Çelişkilerin derinleşmesini bekleyerek el ovuşturmak ancak ekonomik krizin faşist rejimin derinleştirilmesi yönünde kullanılmasını getirebilir. Bu olasılığı değiştirmek ise yalnızca iradi bir müdahale ile mümkündür

Krizin faturasını onu yaratanlar ödesin! Tek yol birleşik emek mücadelesidir

Aysun Gezen - KESK Eş Genel Başkanı

Dış siyaset, eğitim, adalet, demokrasi, toplumsal barış çöktüğü için ekonominin çöktüğü yönünde tespitler yapılıyor; dolardaki rekor yükseliş tek bir olaya – Brunson krizine – bağlanıyor. Dolayısıyla da herşeyin Saraydan belirlendiği tek adam rejimi sona erer ve parlamento daha işlevli hal alırsa birden ekonominin rayına gireceği, ABD başta olmak üzere emperyal güçlerle “iyi” anlaşılırsa aslında kurun kontrol edileceği gibi bir mesaj veriliyor. Siyasal kriz çözülürse ekonomik kriz diye bir sorunumuz olmayacağı telkin ediliyor; böylece bütün sorun Erdoğan’da kişiselleştiriliyor, sorunu yaratan asıl nedene – üretim ilişkilerine – dokunulmadan kapitalist düzeni sürekli yeniden üretmeye yönelik adımlar çözüm diye sunuluyor.

AKP iktidarının uygulayıcısı olduğu neoliberal politikalar doğrultusunda kamusal kaynakların yağma ve talanı, kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler, güvencesiz, esnek istihdam uygulamaları, borçlanma sınırına dayanan özel sektör yerine devlet eliyle borçlanma, tarımsızlaştırma, üretime dayalı, planlı bir ekonomi politikasının yokluğu, emperyalizme bağımlılık gibi nedenler yıllardır bu krizi adım adım hazırlamıştır. İktidar açısından krizin yönetilebilir olması için demokrasinin yok edilmesi, örgütlü mücadelenin ezilmesi, her türlü hak arayışının bastırılması gereği otoriterleşmeyi, baskıcı politikaları beraberinde getirir. Bu nedenle eğitim dinselleştirilir, bilgi teknik bir meseleye indirgenir; demokrasi, toplumsal barış çöker, dış politikayı bağımlılık ilişkileri şekillendirir, şantaj politika haline gelir; yönetilemezlik sorunu ortaya çıkar. Sorunun kaynağını doğru koymaz ve takla attırırsak çözümü de yanlış yerde ararız.

AKP kendi etrafında bir zenginler kümesi yarattı, sermayeye teşvikler, vergi indirimleri, vergi afları getirdi. Türkiye’nin en zengin %10’luk kesimi, servetin yaklaşık %80’ine el koyuyor. Ve Damat Berat, Erdoğan konuşmasını bitirene kadar başlamadığı “yeni” ekonomi modeli sunumunda adil bölüşüm için daha çok bekleyeceğimizi “muştuluyor”. Kişisel gelişim kitaplarını aratmayacak denli içeriksiz konuşması sermaye kesimleri tarafından “tam güven” alıyor. Ekonominin tüm alanındaki paydaşlarla konuşup bu modelin geliştirildiği söylense de paydaş olarak yalnızca sermaye kesimleri görülüyor; emekçilerin, emek örgütlerinin taleplerine hiçbir biçimde yer verilmiyor. Çünkü tasarruf tedbirlerinin ilk sırasında emekçilerin hakkı olan fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi, işçi çıkarmalar, ücret kesintileri yer alıyor.

Brecht’in deyişiyle “faşizm yığınların karnını doyuramadığından, azla yetinmeyi, nefsine hakim olmayı, göz tokluğunu öğretmek zorunda kalıyor”. Ekonomik kriz, ülkeye açılan bir ekonomik savaş gibi aktarılıyor, yerli ve milli söylemi seferber ediliyor; dolardaki rekor artışı, türk lirasındaki ciddi değer kaybını “durdurmak” için salavat zincirleri, dua çağrıları yapılıyor, “zalimin doları varsa iktidarın Allah’ı var” diyerek tevekkül, şükür pedagojisi bir kez daha devreye sokuluyor.

Döviz kurundaki dalgalamanların, doların rekor üzerine rekor kırmasının hiç dövizi olmayanları veya dövizle borçlanmayanları etkilemeyeceği yönündeki telkinlerin aksine emperyalist güçlere bağımlılık, samandan ete herşeyi ithal eder konuma gelmiş olmak her tür ürünün fiyatında ciddi artış anlamına geliyor. Birçok büyük firma iflas erteleme istemiş durumda, iflaslar kapıda; büyümenin yavaşlaması söz konusu olacak, istihdam azalacak. Bu da emekçiler açısından işsizlik, geçim sıkıntısı, en temel ihtiyaçların dahi karşılanamaması demek. Ekonomik kriz derinleştikçe AKP’nin çareyi IMF politikalarında, kemer sıkma ve yapısal reformda arama yoluna gitmesi kuvvetle muhtemel ve bu emekçiler açısından emeğin gelirlerinin ve haklarının kısıtlanması anlamına geliyor.

Yeni rejimin tesisi ve kurumsallaştırılması amacıyla çıkarılan kararnameler devleti yeniden yapılandırırken emek rejiminde de ciddi değişiklikler getiriyor. 703 sayılı KHK ile TRT’ye ilişkin düzenlemeler bir tür pilot uygulama olarak ele alınabilir. Emekliliğe teşvik ile tasfiyeler sürerken özel hukuk hükümlerine göre personel çalıştırma düzenleniyor. Farklı hizmet birimleri itibariyle farklı çalışma saatleri belirleme, çalışanların izin haklarını düzenleme, emeklilik yaşını belirleme gibi birçok yetki genel müdürlüğe veriliyor; yönetici pozisyonunda çalışacaklarla genel müdür veya yetkilendireceği yardımcı arasında yapılacak belirsiz süreli bireysel sözleşmelerle ücretlerde ve özlük haklarında ciddi farklılıklar ve uçurumlar oluşacak; yandaşların kayırılmasına, kaynak aktarımına hız kesmeden devam edilecek. Bu sözleşme anlayışı, Binali Yıldırım’ın “bundan sonra kamuda çalışanlar sözleşmeli olacak” sözleriyle ve 11. Kalkınma planı çerçevesinde hazırlanan “kamuda insan kaynakları” raporunun “özel hukuk hükümlerine tabi çalışma”yı esas alan yaklaşımı ile birlikte düşünüldüğünde tüm kamuya yaygınlaşması çok yüksek ihtimal. Bu durum ise iş akdini iki kişi arasında yapılan herhangi bir sözleşmeye indirgeyen, 657’yi de iş kanunu da devre dışı bırakarak her tür nesnel koşulu ortadan kaldıran niteliğe haiz. Emeğin haklarının kolektif haklar olmaktan çıkarılması tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek abartı olmayacaktır. Bu büyük saldırı karşısında, oluşabilecek her türlü tepkinin önüne geçebilmek, muhalif sesleri bastırabilmek için AKP, dinselleşme gibi araçların yanı sıra Devlet Denetleme Kurulu gibi yasal düzenlemeleri de hayata geçiriyor.

krizin-faturasini-onu-yaratanlar-odesin-tek-yol-birlesik-emek-mucadelesidir-498638-1.
Almanya ve İtalya faşizmleri işçi sınıfı örgütlülüğünü yok ederek işçi ve işverenlerin aynı çatı altında bir araya getirildiği bir biçimi dayatmıştı. Brecht, bu saldırıya dikkat çekerken Nazizmin III. Reich’ta işçi sınıfının bütün örgütlerini dağıttığını, polis baskısı altına aldığını, böylece işçi sınıfının iradeden ve siyasi bilinçten yoksun, örgütsüz bir kitleye dönüştürüldüğünü yazar ve bundan böyle artık devletin karşısında örgütleri değil, yalnızca bireyleri bulduğunu söyler.

Bu düzenlemeye göre kamu kurum ve kuruluşları ile her tür bağlı kuruluş, işçi ve işveren sendikaları, meslek örgütleri, vakıf ve dernekler her tür idari soruşturma, araştırma, inceleme ve denetime tabi tutulacak, yöneticileri görevden alınabilecek. Bu düzenleme özellikle sendikal haklara ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik ciddi bir saldırıdır. Almanya ve İtalya faşizmleri işçi sınıfı örgütlülüğünü yok ederek işçi ve işverenlerin aynı çatı altında bir araya getirildiği bir biçimi dayatmıştı. Brecht, bu saldırıya dikkat çekerken Nazizmin III. Reich’ta işçi sınıfının bütün örgütlerini dağıttığını, polis baskısı altına aldığını, böylece işçi sınıfının iradeden ve siyasi bilinçten yoksun, örgütsüz bir kitleye dönüştürüldüğünü yazar ve bundan böyle artık devletin karşısında örgütleri değil, yalnızca bireyleri bulduğunu söyler. “Bireysel kurtuluş çağında” kolektif hakları yok etmeye dönük bu adımları emek rejiminin değiştirilmesi ile birlikte düşünmek zorundayız.


Ekonomik krizin giderek derinleşmesi karşısında sınıf düşme, yoksullaşma korkusunun kitleleri kendiliğinden devrimcileştireceğini beklemek son derece yanlış olur. Nitekim yaşanan tarihsel deneyimler, faşist hareketlerin iktidarı ele geçirmesi, devletleşmesi bu korkunun faşizmi derinleştirmek üzere nasıl kullanıldığını da çok açık ortaya koyuyor.

Farklı istihdam biçimlerinin işçi sınıfının bütünlüklü mücadelesini bölmek, parçalamak üzere seferber edildiğinin, birleşik bir emek mücadelesinin örgütlenmesi gereğinin altını bugün daha kalın harflerle çizmek gerekiyor. Kamunun tasfiye edildiği, kamu kurumlarının şirketleştirildiği, güvencesiz istihdamın tek geçerli istihdam biçimi haline getirildiği bir ortamda artık her tür ayrım anlamsızlaşmış durumda. Emekçiler açısından bugünün en acil ihtiyacı tam da bu nedenle ortak örgütlenmeyi tartışmaya açmaktır.

Çelişkilerin derinleşmesini bekleyerek el ovuşturmak ancak ekonomik krizin faşist rejimin derinleştirilmesi yönünde kullanılmasını getirebilir. Bu olasılığı değiştirmek ise yalnızca iradi bir müdahale ile mümkündür. AKP’nin bakan seçimleri bugüne kadar devletin sınıfsal karakterini belki de hiç olmadığı kadar çıplak bir şekilde ortaya koydu. Çok açıktır ki bu sınıf saldırısını ancak bütünlüklü örgütlü bir sınıf mücadelesi ile engelleyebiliriz. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ilkeler doğrultusunda oluşturulacak bir programa ve bu program etrafında verilecek birleşik emek mücadelesine bu ülkenin halklarının, emekçilerinin her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Kamucu, laik, bağımsız bir düzen talep etmek ve bunun mücadelesini vermek aynı zamanda devletin niteliğine ilişkin bir müdahalede bulunmaktır. Herkes için iş güvencesi ve insanca, onurlu yaşamaya yetecek ücret emekçilerin en hayati talepleridir. Bu temel talepler etrafında birleşen, ufkuna eşit, özgür, emekten yana başka bir dünyayı koyan emekçilerin ortak mücadelesi, krizin faturasını onu yaratanlara ödetecek tek yoldur.