Bir ekonomist olmamakla birlikte, kentleşme süreçleri çerçevesinde ekonomiyi yakından izliyorum. Son yirmi yıl içinde kentler rant makinesinde dönüştürülerek ekonominin merkezine oturunca, kaçınılmaz olarak ekonomiyi daha da yakından izlemeye başladım.

Ekonomiyi anlama konusunda ekonomistler geleneksel olarak meta üretimini sürecin merkezine koyarlar. Bu vurgu önemli olmakla birlikte, temel bir gerçeği gözden kaçırmamıza yol açıyor. Son dönemde ekonomilerin işleyişinde metaların üretimi kadar önemli bir süreç metaların da üretildiği ortamın üretilmesi! O ortam özellikle büyük metropoller olarak karşımıza çıkıyor.
Diğer bir anlatımla, meta üretimi metropolün kendisinin ekonomik olduğu kadar toplumsal bir mekân olarakta üretilmesine bağlı hale gelmiş bulunuyor. Geçen dönemde başta İstanbul olmak üzere büyük metropoller devletin başını çekmesiyle, öyle ya da böyle bu görevi üstendiler, metropol merkezli ekonomi kendisini yeniden üretmeyi başardı!

Öyle ya da böyle diyorum çünkü bu stratejinin birçok açıdan sıkıntı yarattığını ve artık bir krizin eşiğine geldiğini biliyoruz. En son Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları arasında en prestijlilerden biri olan Moody’s Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyesinin bir altına, Ba1’e indirdi.

Ne var ki bu kurumdan gelen sinyal pek ciddiye alınmış görünmüyor. İktidar medyası durumu bir kez daha ulus-ötesi bir komplo olarak göstermeye çalışıyor. Oysa, rakamlar hiç öyle söylemiyor. Geçen günler içinde uluslararası saygınlığı olan bir başka kuruluş bir dizi ülkede kredilerle gayri safi milli hasıla arasındaki oranı ile bu oranın uzun vadeli eğilimleri arasındaki ilişkiyi temel alan bir değerlendirme yayınladı.

Daha teknik olmayan bir anlatımla bu ilişkinin merkezinde bireyler ve finans sektörü dışındaki şirketlere gayri safi milli hasılaya oranla verilen krediler var. Bu kredilerin miktarı büyüdükçe ülkelerin riski de artıyor. Uzmanlar % 10 üzerini risk sınırı olarak tanımlıyor. Türkiye’de bu oran şu an itibariyle % 9.6 ve giderek büyüyor. Bu oranın % 30’ları bulmuş bulduğu Çin’e baktığımızda, bu açığın büyümesinde kentlere yapılan altyapı yatırımları, konut ve tüketici kredileri öne çıkıyor.

Durumu oldukça karmaşık olan Çin bir yana bırakıp, Türkiye’ye bakarsak, Türkiye bugüne kadar içeride ve dışarıda hızla borçlandı. Gelinen noktada bu strateji tıkandı. İnşaat sektörü ve diğer sektörlerde durum iç açıcı değil. Cumhurbaşkanı kredi kullanımını artırmaya yönelik faizleri düşürmek gerektiğini sürekli dile getirse de, yukarıda özetlediğimiz tablo borçlanarak daha fazla kredi vermenin kendisinin bir zaaf haline geldiğini gösteriyor. Yani kaynak bulup kredi musluğunu açsanız da sıkıntıdasınız, musluğu kapatsanız da!

Buraya kadar olanı ekonomistler benim anlatabileceğimden çok daha yetkin biçimde anlatıyorlar. Nitekim bu konuda yakın zamanda Erinç Yeldan arka arkaya birkaç önemli değerlendirmeyi köşesinde yayınladı.

Öte yandan bu sürecin bir başka boyutuna yeterince dikkat çekilmiyor. Yazının başında da vurguladığım gibi, ekonomilerin başarısı ekonomistlerin dikkat çektiği bir dizi boyutun ötesinde bir ortamın üretilmesini gerektiriyor ve bugün gelinen noktada yaşanan kriz bütün bu ekonomik ilişkilerin ötesinde bir ortamın üretilmesinde yaşanan sorunlarla yakından ilişkili.

Bu ortamın özellikle büyük kentlere işaret ettiğini bir kez daha hatırlatarak, iktidar açısından yaşanan başarısızlığın dikkate değer ölçüde benimsenen kentleşme anlayışından kaynaklandığına ve bu durumun dramatik bir biçimde kendisini Gezi direnişinde gösterdiğine işaret edelim. Büyük kentler ekonomiyi sürükleyen bir rant makinasına dönüştürülüp, kamusal mekanlar hızla yok edilirken, toplumun geniş bir kesimi bu gidişatı kabullenmediğini dört bir yanda sokaklara çıkarak ifade etti. Ne var ki iktidar bu mesajı almak yerine, bu uyarıyı bir komplo olarak görmekle kalmadı, 3. Havalimanı ve 3. Köprü gibi büyük projeleri tam gaz gerçekleştirilmeye yöneldi.

Metropol dediğimiz ortamı borçlanarak betona gömmen anlayış bugün büyük kentlerin tek sorunu değil. Yaşanan siyasal istikrarsızlıkta metropollerin bir yatırım ortamı olarak üretilmesini giderek zorlaştırıyor. Ardı ardına patlayan bombalar, turizm sektörünün durma noktasına gelmesi, güvensizlik, siyasal şiddeti izleyerek tırmanan toplumsal şiddet büyük kentleri artık kimsenin “yatırım yapmak istemediği yerler” haline getirmiş bulunuyor.

O yüzden sorun sadece büyük projeler için dışarıdan sıcak para bulma, konut kredilerinin faizlerini düşürme gibi ekonomide anlam bulan kalemlerin çok ötesine geçmiş bulunuyor. Artık orta sınıfın dikkate değer bir kesimi de “yatırımını” yaşanılmaz bulduğu metropollere yapmak istemiyor; yurtdışına kapağı atma arzusunu her gün biraz daha açıktan seslendiren orta sınıfların bu kentlerin en dinamik tüketicisi ve yatırımcısı olduğunu kim reddedebilir!

Diğer bir anlatımla Türkiye’de artık “ortam bozuk” ve yaşadığımız gerçeklik, siyasal ve ekonomik olduğu kadar, toplumsal bir krize de işaret ediyor. Demem o ki; ekonominin geleceği artık faiz hadlerinin düşürülmesinden daha fazla şiddet hadlerinin düşürülmesine bağlı!