Haber-Sen Genel Sekreteri Damatoğlu, AKP’nin piyasacı politikalarına karşı KESK’in direnç üretemediğini söyledi. Damatoğlu, “Yaşanan bu sorunlar sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşmanın da sonuçları” dedi.

Krizlere devrimci çözümler gerek

Anıl VARLI

AKP kamu emekçilerinin birçok hakkını tırpanlarken, liyakatsiz atamalarla da kurumların içi boşaltıldı. Sendikalar ise sömürüye ve talana karşı ses yükseltti. KESK’e bağlı Haber-Sen de mücadelenin bir parçası oldu. PTT, TRT ve RTÜK gibi kurumlarda örgütlü olan Haber-Sen yöneticileri sürgünlerle karşılaştı. Özellikle salgın döneminde PTT’de sorunlar düğüm oldu. Tüm bu süreçleri Haber-Sen Genel Sekreteri İbrahim Damatoğlu’yla konuştuk.

AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca uyguladığı politikaların örgütlü olduğunuz kurumlara ve emekçilere etkilerinden bahseder misiniz?

20 yıllık AKP dönemi toplumun her kesimi gibi kamu emekçileri açısından da bir talan ve zulüm dönemi olarak geçti, özellikle Basın Yayın İletişim ve Posta Emekçileri Sendikası (Haber-Sen) olarak örgütlü olduğumuz kurumlarda liyakatin yok edildiğini, ciddi yolsuzlukların yaşandığını gördük. PTT, TRT ve RTÜK’te yaşanan olumsuz gelişmeler ortada. PTT bu süreçte Varlık Fonuna devir edilerek şirketleşti ve emekçilerin hakları da bir bir gasp edildi.

Kurumlarımızda liyakatin ortadan kalkmasıyla, istihdamın parçalanmasıyla iş barışı da bozuldu, çalışma hayatı kölece diyeceğimiz koşullarla, işten atmalar, sürgünler, disiplin cezaları ve mobbinglerle işkenceye dönüştü. Tüm bu gelişmeler de kaçınılmaz olarak sendikal mücadeleyi etkilendi. AKP’nin “sendikamız” diyerek doğrudan sahiplendiği ve Memur Sen, emekçilerin yaşadığı hak kayıplarının asli sorumlularındandır. Bu ve benzeri sarı sendikalar da emekçilerin sendikal mücadeleye inancını sarsmak için seferber edildi. Son 20 yılda bireycilik yaygınlaştı. Kişisel çıkar ilişkileri, toplumsal, ortak yararın önüne geçti. Bu olanlar ve siyasal süreç (OHAL, KHK rejimi, baskı, sindirme ve korku) kuşkusuz KESK’e bağlı sendikaların üye sayılarındaki düşüşe de yansıdı. Ancak KESK özelinde yaşanan daralmanın tek nedenin bu olduğunu söylemek mümkün değil. KESK’in kendi yapısal sorunlarının ve sendikal politik yöneliminden kaynaklanan nedenler de var.

Hal böyle iken, kazanım sağlayacak etkili ve kitlesel eylemler örgütlemede zorluklar yaşamaya başladık. Örneğin Türk Telekom’un satış ya da PTT’nin anonim şirketleşmesi sürecinde oldukça etkili eylemler yapabilmiş, sürece etki edebilmiştik. Şimdilerde ise emekçiler açısından daha da vahşice, hukuk tanımaz saldırılar söz konusu, ancak benzer bir kitleselliği ve etkiyi yaratmak konusunda bazı zorluklarla karşı karşıyayız. Basın açıklamaları, demeçler, soru önergeleri, resmi yazışmalar, sosyal medya etkinlikleri, mitingler gerçekleştiriyoruz. Ancak çalışanları bu eylemlere dahil etmek, taleplerimizi toplumun geniş kesimlerinin sahiplenmesini sağlamak konusunda istediğimiz etkiyi yaratabildiğimizi söylemek mümkün değil. Pandemi sendikalara olan ihtiyacı açığa çıkarsa da saldırılar karşısında ortak bir mücadele yürütülemedi.

İşkolunuzda pandemi döneminde çokça sorun yaşandı ve birçok eylem gerçekleştirdiniz. Pandemi döneminde PTT emekçilerinin yaşadıkları konusunda bir değerlendirme yapar mısınız?

Özellikle Covid 19 pandemisiyle birlikte emekçiler açısından çok daha ağır bir süreç gelişti. Pandemi sürecinde sağlık emekçilerinden sonra sahada en fazla etkilenen PTT emekçileri oldu. PTT yönetimi, yoğun temas altında çalışan personeli için neredeyse hiçbir kayda değer önlem almadı, çalışanları desteklemedi. PTT bu kadar ciddi ölümcül bir salgında bile daha fazla kar etme mantığıyla çalıştı ve iş yükü muazzam arttı, ücretler giderek açlık sınırına yaklaştı, hatta altına düştü. Pandemiden kaynaklı ölümler yaşandı. Biz sendika olarak salgın sürecinde de sokağa çıktık. Basın açıklamaları yaparak, ülkenin dört bir yanından Ankara’ya yürüyüş gerçekleştirerek sürece müdahale etmek için ciddi çaba sarfettik. Kendimdahil olmak üzere haksız bir biçimde sürgün olan bazı arkadaşlarımızı görev yerlerine geri döndürdük. Ayrıca Haber-Sen olarak PTT emekçilerinin pandemi döneminde yaşadığı sorunlara karşı Haber-Sen’in verdiği mücadelelerin de olduğu “2020 Yılı Covid-19 Pandemisi PTT Değerlendirme Raporunu yayınladık.

Ancak bu çabalarımız sınırlı bir etki yaratabiliyor. PTT’de örneğin 399 sayılı KHK kapsamında ve İdari hizmet sözleşmesi kapsamında olanlar, taşeron, taşeronun da taşeronu şeklinde çok farklı istihdam biçimleri var. Çok büyük kısmı güvencesiz çalışıyor. Taşeron işçilerin ciddi bir örgütlenmesi de var baskıya rağmen ancak tüm bu kesimleri birlikte mücadele edecek ortak bir örgütlenmede buluşturabilmiş değiliz. Yeni, farklı örgütlenmeler ile emekçiler için bir çıkış yaratılması şart. Özellikle emekçilerin hangi statüyle çalışırsa çalışsın, iş yerinde ortak bir mecliste bir araya gelip sorunlarını konuşup birlikte çözüm aramalarını, yönetimde de söz sahibi olmalarını sağlayacak yöntemleri hayata geçirmeliyiz. Bu aynı zamanda sendikal ve politik bir gereksinim artık. Hem kendi yapısal sorunlarımızı çözecek hem de baskılara karşı geleneksel yöntemlerimiz dışında yapabileceğimiz şeyleri düşünmek zorundayız. Tabandan yukarı bir karar mekanizmasını hayata geçirebilmemiz özellikle böylesine bir ekonomik krizde emekçiler açısından çok büyük önem arz edecektir. Sendikal mücadelede yaşanan çoğu sorunun ana çözüm yeri de bu meclisler olacaktır.

Karşı karşıya olduğumuz sendikaların ve emeğin krizini aşmak için artık gerçekçi çözüm yolları bulmalıyız. Bu da sadece iktidarın baskıcı politikalarını değil, KESK’in kendi yapısal sorunlarını da öz-eleştirel bir süreçle ele alarak mümkün olacaktır.

Örgütlü olduğunuz kurumlarda yaşanan yolsuzluklardan da bahsettiniz. TRT kamusal niteliğini yitirmiş iktidarın propagandasını yapmakla ilgili de ciddi eleştiriler alıyor. PTT zarar açıklıyor vb. siyasal iktidarın politikaları bu kurumlara nasıl yansıdı?

Örgütlü olduğumuz PTT, TRT, RTÜK ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı (CİB) gibi kurumlarda özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de denilen tek adam rejimi ile birlikte liyakatsiz, yandaş atamalar had safhaya ulaştı. Kurumların kamusal hizmet işlevinden uzaklaştığını, daha ziyade kayırma, yağma, talan politikasının egemen haline geldiğini, özellikle kamucu bir yayın politikası olması gereken TRT’nin ideolojik bir işlevle donatıldığını, denetim yetkisi olan RTÜK’ün AKP’yi eleştirenlerin tepesinde duran, onun ideolojik yönelimlerine aykırı program ve yayınların cezalandıran mekanizmaya dönüştüğünü söylemek mümkün. CİB ise hepimizi gözetliyor. Bu kurumlar düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engele dönüştü, iktidarın propaganda makinesi gibi işliyor. Bu sistemle birlikte kurumlarımızda liyakat yok edilerek her kurumda birer tek adam yönetimi oluşturuldu, başka yerlerden kurumlara atananlar, kurumların ve kamu yönetiminin işleyişini bilmeyenler, kamu yararını yok sayarak şirket CEO’ları gibi davranmaya ve uygulamalara başlayarak kamusal hizmetlere de darbe vurdular.

Örneğin son yıllarda PTT’de üst düzey yöneticiler olmak üzere birçok unvana AKP ve MHP yandaşı sendikaların yöneticileri atanıyor. Öyle ki, atama, yükselme, unvan değişikliği için yandaşlık nerdeyse tek gerek şart oldu. Ellerine aldıkları bu yetkilerle tüm personelin bilgilerine erişebilen, ilk soruda belirttiğim baskıları uygulayan yöneticiler yerleştirildi. Şirketleşme ve kar mantığına göre işleyiş nedeniyle personel eksikliği kurumda had safhada olmasına rağmen, PTT personel alımı yapmadı, tüm iş yükü mevcut personelin üstüne yıkıldı. Yoksulluktan dolayı borçlarını ödeyemeyen haneler arttı. “Muhtarlarda tebligatlar yığıldı” haberlerini duyuyorsunuzdur. Bu muazzam artan iş yükü aslında yasal olarak mümkün olmadığı halde taşeronlara yaptırılıyor. Taşeron çalışanlar bu süreçten çok daha olumsuz etkileniyor.

PTT açısından önemli bir eşik 2017 yılı Şubat ayında Türkiye Varlık Fonu’na devir ve hızla alt şirketler yani iştirakler kurulmasıydı. İştirak yöneticileri yüksek maaş alırken, iştiraklere de yüksek miktarlarda nakit aktarılmış. Özellikle Sayıştay raporlarında da geçen birçok usulsüzlük ve yolsuzluk söz konusu. Devirden önceki yıllarda, son olarak da 2017 yılında 642 milyon TL kar eden PTT, devirden sonra 2018-2019 ve 2020 yıllarında ise 1 milyar 959 milyon TL zarar açıkladı. Varlık fonu her tür denetimin dışında tutulduğu için de bu yolsuzlukların hesabı sorulamıyor. bu yolsuzluklara ortak olmak istemeyen, ya da bunları gündeme getirenler cezalandırılıyor, sürgün ediliyor. Yine, nerdeyse tüm kamu kurumlarında yaşanan keyfi harcamalar, birkaç maaş alanlar burada da söz konusu.

TRT’ye gelecek olursam, bahsettiğiniz eleştiriler zaten verilerle de ortaya konulmuş durumdadır. Özellikle seçim dönemlerinde yaptığı yayının ne kadar taraflı olduğu 1 Ekim-25 Ekim 2015 tarihleri arasında TRT’nin 25 günlük canlı yayın tablosuna baktığımızda çok daha net görülür. Erdoğan 29 saat, AKP 30 saat, MHP 1 saat 10 dakika; CHP 5 saat, HDP 18 dakika ve ayrıca kullanılan dil de tarafsız değildir. Benzer tablo ana haber bülteni için de geçerlidir. Bunların yanı sıra diziler, programlar da tarihsel gerçekleri çarpıtan, AKP’nin ideolojik-kültürel hegemonya projesi için içerikleri belirlenen yayınlarla dolu. TRT kurulduğundan bu yana çok kısa bir dönem haricinde özerk olamadı. Hükümetler genel olarak daima TRT’ye müdahale ettiler. Ama hiçbir dönemde TRT’ye AKP iktidarında olduğu gibi müdahale de edilmedi. Bu müdahaleleri yeterli görmeyen AKP Hükümeti 2008 yılında yaptığı yasa değişikliği ile TRT yönetim kurulu üyelerinin tamamının atama yetkisini aldı, yıllarını TRT’ye vermiş 400 civarı sözleşmeli sanatçının işine son verdi. İhtiyaç fazlası personel, emekliliğe zorlama ile belirli bir kültürle yetişmiş eski personel adeta tasfiye edildi. Çalışma barışını bozan uygulamalar burda da hız kazandı. TRT’ye iktidar tarafından yüklenen işlevin tamamlayıcısı da RTÜK oldu.

Medyaya yönelik baskı, ceza ve ayrımcılık içeren açıklama ve davranışlarda bulunan RTÜK, muhalif her yayıncı kuruluşa karşı iktidarın sopasını gösteriyor. Basın ve ifade özgürlüğü ortamını sağlamakla görevli RTÜK, 20 yıllık süreçte basın özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden birine dönüştü.

Tüm bu ideolojik, kültürel, ekonomik kuşatma karşısında sendikal mücadele nasıl yürütülmeli? Bu süreçte gördüğünüz eksikler neler? Ne yapmalı?

Saldırı bu kadar geniş çaplıyken biz sendikalarda ve bir bütün olarak toplumsal muhalefet güçleri olarak aynı kapsamda yanıt üretemedik. Toplu İş Sözleşmesi sürecinde emekçileri satan kararlara imza atılırken, KESK iş bırakma kararı almış olsa da bu karar geniş emekçi kitlelerini harekete geçiremedi, hatta kendi üyelerini dahi harekete geçirmekte sorunlar yaşadı. Oysa KESK, geçmişte inisiyatif alarak mücadelenin etkili gücü, lokomotifiydi. Son süreçte de hızlı ve etkili refleks gösteremediği bir gerçek.

Emekçileri harekete geçirmekte, taleplerin toplumsallaştırılmasında yaşanan bu sorunlar sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşmanın da sonuçları. Doğru bir sendikal politik hat geliştiremeyen, emekçilerin gündemlerine dokunmayan, emekçilerin iş yerlerinde yaşadığı sonuçları politikleştirme çabasından uzaklaşan bir konfederasyon görüntüsünde ve bu da yaşanan korku ve baskı ortamını kıracak dayanışmanın ve mücadelenin açığa çıkmasına engel oluyor. KESK’in kurucu değerlerini ve ilkelerini hatırlaması, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak kendini de aşarak yenilemesi çok önemli.

Günümüzde, hem sendikal çıkmazların hem de çalışma hayatında ki olumsuzlukların çözümü için bizler de, sendikal anlamda kendimizi revize etmeliyiz, karar süreçlerine katılmayan üyelerin mücadeleye de katılması beklenemez. Özellikle üyelerin sendikal politikaların belirlenmesi, genç üyelerin sürece katılımı ve kararların alınmasına katılamadığı, yani özne olamadığı, bir sendikal yaşamda gelişen durum, sendikal mücadele yerine sendikal bürokrasi olmaktadır. Teknolojinin gelişme hızı ile dijital kolaylıklar ve yenilikler her geçen gün daha fazla önem kazanmaktadır. Birçok yönden gelişen, dijitalleşen dünya düzeni değişirken kendimizi buna entegre etmeliyiz. Ana ilke ve temellerimizin yanında yeni yöntemler ile sendikal anlayışımızı da geliştirmeliyiz. Gençlerle ortak bir dil kurabilmek de çok önemli. Gençleri kesinlikle sendikalarımıza katabilmeliyiz.

Tüm dünyada giderek derinleşen sistem krizi söz konusu. Bu da dışa bağımlı bir ülke olarak bizi çok daha olumsuz etkilemektedir. Önümüzdeki süreçte emeğe yönelik saldırıların artarak devam edeceğine dair emareler fazlasıyla birikti. Bu sebeple, topyekûn saldırılara karşı topyekûn mücadeleyi örgütleyebilmemiz açısından KESK’te yeni örgütlenme, çalışma ve mücadele yöntemlerinin açığa çıkarılması için de mücadele etmemiz gerekiyor. Güvencesizler başta olmak üzere parçalı istihdamla birbirinin rakibi haline getirilen emekçilerin ortak, birleşik mücadelesini kuracak bir perspektifle yasal sınırlara sıkışmadan fiili, meşru mücadele hattına dönülmeli.

Bunu da tabiki geçmişten bugüne taşıdığı değerlere, ilkelere uygun gerçekleştirmeli. KESK’in tüzüğünde sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı yazılıdır; yine emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi, baskılara karşı özgürlük, savaşa karşı barış, ırkçılık ve şovenizme karşı halkların kardeşliği, sömürüye, kapitalizme karşı emek için mücadeleyi benimsemiştir. Özellikle mücadelesinin en başından beri kamusallık, laiklik de mücadelenin ana ilkeleri olmuştur. AKP eliyle inşa edilen gericilik ve neo liberal düzen karşısında kamuculuğu ve laikliği kazanma hedefiyle programlı bir mücadele kararlıkla yürütülmek zorundadır. Özellikle pandemidönemi bu ilkelerin ne kadar önemli olduğunu, daha açık bir şekilde ortaya koydu.

AKP iktidarının son 10 yılında artarak sürdürdüğü dinselleştirme politikaları sonucu ülkede çağdışı, bilimsellikten uzak, dini eğitimin artması, tarikat, cemaat ve dinci vakıf yapılanmalarının desteklenmesi, buralarda yaşanan taciz, tecavüz ve intiharlar başta olmak üzere çocukların, gençlerin ve kadınların olmak üzere tüm toplumun yaşamını karartmaya devam ediyor. İnsanların yaşam tarzlarına müdahaleler artarak devam ediyor. Bunun yanında, ülkenin birçok kamu kurumu, neo liberal politikalar ile birlikte kamu hizmeti anlayışından çıkartılarak her biri Anonim Şirket mantığı ile birer ticarethaneye dönüştürüldü, görev zararları had safhada arttı. Sosyal devlet anlayışı bu dönemde ayaklar altına alındı. Büyük bir çoğunluğu yaşanan usulsüzlükler ve yolsuzluklar ile rekor sayıda zarar ettirildi. Bazıları özelleştirme adı altında peşkeş çekildi. Asırlık kamu kurumları, nitelikli kamu hizmeti veremez oldular. 20 yıllık süreçte kamuculuk onarılması zor bir darbe aldı.

İşte tam da bu anlamda kamu emekçileri ve toplumun tamamı için mücadelenin lokomotifi olmuş olan KESK, 21.yüzyılda Türkiye’de halen önemli bir tehlike olan gerici zihniyete sahip siyasal islam anlayışına karşı bu iki önemli konuda (Laiklik ve Kamuculuk) net tavır koymalı ve demokrasi mücadelesini bu ilkeler doğrultusunda sürdürmelidir. Laiklik ve kamuculuk için etkili bir şekilde mücadele etmemek, sendikal mücadele hattını ciddi şekilde olumsuz etkileyecektir

Bürokratik sendikacılıktan ve salt yönetimlerin paylaşılmasından, belirlenmesinden ibaret hale gelen kongre süreçleri bu dönüşümün yaratılması için müdahale anlarına çevrilmeli. Gençlerin de söz, yetki, karar sahibi olması sağlanmalı, çoğunluk batağından kaçınılmalı. nitekim tabandan uzak antidemokratik kararlar KESK’i olumsuz yönde etkiliyor. Ayrıca “sınıf-kitle” sendikacılığı yerine “kültür-kimlik” eksenli anlayışla sendikal anlayışta yaşanan dönüşüm de KESK’in kan kaybetmesine sebep olmaktadır.

KESK’in görece hareketsiz kalmasının, krizlere devrimci çözümler bulamayışımızın bu gün gelinen noktayı gösterdiğini söylemeliyiz. KESK’e bağlı sendikalarımızda güvencesiz, esnek istihdam biçimlerinin arttığı, parçalı istihdam yapısının dayatıldığı bir emek rejimi karşısında örgütlenmelerini yenilemekte yetersiz kaldığını söylemek yanlış olmaz. Bu gün, her şeyi aynı biçimde devam ettirmeye çalışmak ya da sendikal krizi basit bir temsil sorunu etrafındaki geçici bir kriz olarak görmek büyük bir yanılgı olacaktır. Geleceğimiz için, artık daha köklü bir tartışmanın yol açacağı yeni dinamik adımlara ihtiyacı var.