Dervişin fikri ne ise zikri de odur, derler. İnsan, kafasının içindeki düşünce ne ise konuşmasında da onu dile getirir. Oyunculuk gibi, sınırlı bir zaman içinde bunun tersini yapabilmeyi gerektiren profesyonel bir mesleğe sahip değilseniz eğer; aksini, hele ki milyonların gözü önünde, onlarca yıl, her Allah’ın günü sürdürebilmeniz neredeyse imkânsız. İster doğal seyrinde, ister dışarıdan gelen […]

Dervişin fikri ne ise zikri de odur, derler. İnsan, kafasının içindeki düşünce ne ise konuşmasında da onu dile getirir. Oyunculuk gibi, sınırlı bir zaman içinde bunun tersini yapabilmeyi gerektiren profesyonel bir mesleğe sahip değilseniz eğer; aksini, hele ki milyonların gözü önünde, onlarca yıl, her Allah’ın günü sürdürebilmeniz neredeyse imkânsız. İster doğal seyrinde, ister dışarıdan gelen bir müdahaleye karşı olsun; günün sonunda fikriniz, dilinizin ucundan yuvarlanıp ortaya çıkıverir. Düşünce açığa çıkar, durum berraklaşır. İster eş, dost, akraba gibi küçük bir alanın içinde; ister grup, kitle, toplum gibi büyük bir yapının üyesi ya da lideri olun; fikrinizi paylaştığınız andan itibaren size tutarlılık kazandıracak şey, söz ve davranışınızın uyum göstermesidir. Tutarlılık ise, gerek bireysel gerek toplumsal alanda inşa edilen güvenin yapı taşıdır.

***

31 Mart öncesi AKP/Erdoğan/MHP bloğunun kullandığı ve muhalefet karşısında kendilerine kaybettiren dil, yerel seçim öncesi belirlenmiş bir stratejinin ürünü değil. Bu, özellikle son beş altı yıldır giderek artan bir güvensizliğin doğal ve mecburi yansıması. Biri yürütmenin başkenti Ankara, diğeri ticaretin başkenti İstanbul olmak üzere yıllardır yönetimini sürdürdüğü büyük kentleri kaybeden iktidar, 31 Mart sonrası yeniden kucaklayıcı bir dile dönüş yapmaya çalışsa da; 23 Haziran öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sahneye çıkmasıyla tekrar ayrıştıran, suçlayıcı bir şekle büründü. İktidarın birleştiren ve bölen iki karşıt söylem arasında gidip gelen kampanya dili, sergilediği tutarsızlık bakımından seçmenin güvenini kazanmanın çok uzağında. Ancak bu, nasıl ki herhangi bir stratejiye dayandırılarak oluşturulmadıysa, aynı şekilde düzeltilebilecek bir durum da değil; çünkü iktidarın her şeye rağmen varlığını sürdürme inadı, tükenen söz ve yönetim kabiliyetinden doğan kafa karışıklığını bilumum tutarsız davranışla ortaya koyarak halkın güvenini kaybetmesi kaçınılmaz bir sonuç.

***

Mesajın hangi yol ve yöntemlerle, hatta hangi sözcükler kullanılarak halka ulaştırılabileceğine masa başında karar verilebilir elbette; ancak iş kampanyanın diline geldiğinde bu, teoriden pratiğe dönüştürülmesi belki de en zor şey. Çünkü ya düşündüğünüz gibi konuşacak ve halkın karşısında bir sahicilik elde edip güvenlerini kazanacaksınız; ya da artık ne düşüneceğinizi bile bilmediğiniz için; sıkışmış, yorulmuş ve tükenmiş bir noktada birbirini yalanlayan konuşmalar yaparak halkın güvenini kaybedeceksiniz. Güven kazanmak, artarak büyüyen; güven kaybetmek de katlanarak azalan bir duygu. İktidar kendine olan inancını, dolayısıyla halka verdiği güveni kaybetti. Demokrasi, bu gerçekleştiğinde, yöneten ve yönetilenlerin özgür seçimlerle birbirini azat etmesi ilkesine dayanıyor. Türkiye, her şartta iktidarda kalmakta ısrar eden, dolayısıyla demokrasiyi reddeden bir yapıyla karşı karşıya. Bununla birlikte muhalefeti geniş bir demokrasi cephesinde birleşmeye zorlayan süreç, hak mücadelesinde gereken güç ve direncin farklılıkların bir aradalığından doğarak çoğalabileceğini bir kez daha kanıtlamışa benziyor.

***

Kavga ve saldırganlığa karşı kurulan kucaklayıcı ve kapsayıcı dil, barışçıl zihnin ürünüdür. Bu da ‘her şey çok güzel olacak’ sözünün halk tarafından nasıl kolayca ve coşkuyla sahiplenildiğinin; dahası insanların gaspa karşı hakkını korumak için inisiyatif almaya ne kadar hazır olduğunun kuvvetli bir göstergesi. Yolun uzun ve engebeli olduğunu da hep hatırlayarak…