Diyarbakır’da ilk kez konuşma yapacağım, Yılmaz Güney üzerine bu kaçıncı konuşmamdır bilmiyorum, tartışma canlı geçer diyorlar, umarım...

Diyarbakır’da ilk kez konuşma yapacağım, Yılmaz Güney üzerine bu kaçıncı konuşmamdır bilmiyorum, tartışma canlı geçer diyorlar, umarım.

Güney üzerine o kadar çok konuşma yaptım ki sayısını bilmiyorum, ama şunu açıkça söyleyeyim, hemen hiçbirinde aynı şeyleri anlatmadım, hatta muhtemelen otuz yazı yazmışımdır Güney hakkında, ama yazılarımda da tekrar yok.

Şunu söylemek isterim, elimden geldiğince kitaplarını okudum, üzerine yazılmış olanları da, Güney üzerine en çok eser verilmiş sinemacımız, ama bütün o yazılanlar içinde bizzat kendi yazdıkları kadar durumu sanatı ve hayatı açıklayan hiçbir başka kitap yok. Güney üzerine okumak isteyen insanlar için vazgeçilmez kitap İnsan, Militan ve Sanatçı kitabı, bu kitabın ise çok muhteşem bir tarihi var. Fransa’dalar ve özellikle Cannes’dan sonra Güney’le çok sayıda röportaj yapılıyor, söyleşilere Fatoş Güney’de gidiyor, elinde de bir ses kayıt cihazı, yıllar sonra 90’lı yıllarda bu kayıtlar çözülüp kitap yapılıyor, hemen ardından da hakkında dava açılıyor, neyse ki beraatla sonuçlanmış.

Fatoş Güney’le konuşmalarımızda demişti ki Yılmaz Güney “ben halkımla Ezopça anlaştım” diyormuş. Gerçek şu, Yılmaz abi halkıyla gerçekten anlaşmıştı, ama aydınlarla değil, halkımız bin bir efsanesini üretti, herkes kendi ihtiyacına göre, bunların büyük bölümü de gerçekliği anlamak için hatta Ezopçayı çözmek için inanılmaz faydalı şeyler. Ama eğer aydınların Yılmaz Güney üzerine yazdıklarına baktığınızda ne Ezopçayı biliyorlar ne de sanatını çözümleyebiliyorlar. Basit bir olgu olarak Yılmaz Güney üzerine yazanların en anlamsız hareketi beni nasıl şaşırtmıştır: Güney üzerine kitap yazıyorlar, ya da yazı ya da makale, her ne ise, sonrada Yılmaz Güney’in filmlerini, sanatını çözümlemeye hiç kalkışmıyorlar, bu nasıl bir budalalıktır bilmiyorum, Allah muhabbetinizi artırsın.

Bu sarmaldan kesin olarak çıkılması gerekiyor, bir başka önemli noktada Nihat Behram’ın kitabı, Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllar, bu kitap hakkında yıllardır yazmayı düşünüyorum, ama nedense hiç elim gitmedi, yazara göre bu belge kitap. Çok sevdim ben bunu, çünkü bana Türkiye’yi anlatıyor, neden mi? Çok basit bir şey, Türkiye insanların belgelerler yalan söylediği ve bunu da yalanın katmerlisi için kullandığı bir yer, Nihat Behram’ın durumu ise böyle değil. Belgelerle konuşuyor ve durumu çok vahim, kendisine yazılmış mektupları bile anlayamayacak ve Yılmaz Güney’in neyi niçin yaptığını hiç bilemeyecek durumda. O kadar şaşırarak o kitabı okurum ki gerçekten bir köle için efendinin zihninden neler geçtiğini anlamak mümkün değildir, ama aynı köle efendisinin verdiği tepkilerin nasıl olduğunu çok iyi bilir, çünkü defalarca görmüştür, ama neyi niçin yaptığı hakkında herhangi bir bilgisi yoktur, hatta kavrayışı kıttır. Nihat Behram tam anlamıyla bunu düşündürür bana, hele bir tanesi var ki evlere şenlik, onu anlatarak Nihat’ın nasıl gerçeği dolandırdığını anlatayım.

Yılmaz Güney hapistedir, şu meşhur İmralı’da 5 numaralı köyde yaşamaktadır. Oğlu için ise derin bir suçluluk duyduğu kesindir, ne yapsa oğlu babasına kendisini yakın hissedemez. Çünkü daha emekleme çağında hapse girmiş, ondan sonra yaklaşık üç yaşındayken üç aylık bir aile hayatı daha olmuş, ardından yine hapis. Güney’de bunu gören ve çok üzülen birisiydi. Dahası şu basit gerçek de var ki artır Nihat Bey hazretleri iyice öğrenmeli, Yılmaz Türkiye’deyken hastaydı ve daha 1970’lerin başından itibaren projelerini bitirmeden ölme duygusu ile geriliyordu, o kadar çok sayıda film tasarısı vardı ki bunların yarısını bile çekemeyeceğini çok iyi biliyordu. Oysa Yılmaz Güney hayatla, insanla, düzenle, halkıyla sineması aracılığı ile konuşan birisidir.

Örneğin gerçek bir olay daha var, Yılmaz Güney’in kızı Elif Güney şimdi kırklarında, o da babasıyla yaşayamamış birisi, ama Yılmaz Güney ona dair duygularını, hatta belirli bir suçluluk özlem ve hasret duygusuyla Canlı Hedef filminde anlatmıştır. Orada da şu ya da bu nedenle birlikte olamadığı kızını sonradan gelen gören bir baba, sürekli olarak babasız büyüdüğü için ona hasretini dile getiren bir kız var, kızın adı da Elif. Bu filmden yaklaşık kırk yıl sonra, babasına kızgınlığı ve hasreti ile yaşayan Elif Güney Paris’te bu filmi seyrediyor ve sevinç gözyaşları döküyor. Yılmaz Güney’in o hikâyeyi yazması da çekmesi de vicdani bir şeydir ve filme bir tür yama yapılmış gibidir orası, bu onun iletişim biçimiydi.

Yılmaz Güney oğlu içinde bir benzerini yapmak istedi, hapisteydi ve oğlu büyüyordu. İlkokul çağındayken hapishane müdürüyle konuşup izin aldı, oğlu bir hafta yanında kalacaktı. Yılmaz abi her zamanki haliyle bu bir haftayı 8 mm kamerayla kaydetmek istedi, oğlu için ne kadar büyük hatırası olduğunu ve yarınlarda ne kadar önemli olacağını artık siz düşünün. Oğlu otuzlarındayken o İmralı’da geçirdikleri bir haftada hayatında ilk kez babasıyla yakınlaştığını söyler.

Şimdi kritik bir yere geldik: ama Güney bu filmi çekememiştir, bırakın yalnızca oğul Yılmaz’ı sinema tarihi için bile ne kadar anlamlı olacağını varın siz düşünün.

Neden mi? Şirket 8 mm makineyi alır, kameraman İzzet Yasar’a verir, kontrol et, bakımını yaptır ve gerekli negatifleri al, İmralı’ya gidecek der. İzzet gider ve zamanı gelince kimse ulaşamaz ona, ne yapacaklarını bilemez, ne telefon ne adres, hiçbir ses seda yok. Oğul Yılmaz hapiste babasıyla bir hafta kalır ve Güney bırakacağı hatıranın yanı sıra, oğluyla barışabilme, ona kendini anlatabilme ve onun ruhunda derin izler bırakma için vesile olacak bir şeyden mahrum kalır. Peki, İzzet Yasar neden kamerayı alıp ortadan kaybolmuştur? Nihat Behram bunu zerre kadar anlatmaz, muhtemelen biliyordur, düzenin bekçileri tehdit etmiştir çünkü, o da boyun eğmiştir. Böyle bir şey için Nihat mı beceriksizlik ile suçlanmalı yoksa Yılmaz Güney onun cezalandırılmasını istediği için mi? Buradan sanki ne yapacağı bilinmez, dengesiz bir Yılmaz Güney imajı çizmek için bu olayı kullanıyor. Tuhaf olanı şu, tek bir mektup yok ki Behram yayınlasın ve tek bir yorum yok ki yaşadığı bizzat bir parçası olduğu olguyu tam olarak anlayabilsin. Yıllarca Güney’le çalışmış insanlarla konuşunca hep şunu düşündüm; Yılmaz abi bu insanlarla nasıl bu filmleri yaptı, gördükleri filmi anlamaktan yoksun, kendi anısını açıklamaktan da; hakikaten benim için en büyüleyici şey budur, o filmleri Yılmaz Güney bu insanlarla nasıl gerçekleştirebildi?