Epeyce bir süre önceydi, gazetelerden birinin kültür sanat sayfasında Ara Dinkçiyanla yapılmış bir röportaj okumuştum. Bir yerinde...

Epeyce bir süre önceydi, gazetelerden birinin kültür sanat sayfasında Ara Dinkçiyanla yapılmış bir röportaj okumuştum. Bir yerinde Diyarbakırlı olduğuna değinip geçiyordu Ara Dinkçiyan. Şehrimle ilgili “takıntı” düzeyinde ilişkim olduğunu beni tanıyanlar biliyor. O gün kendime söz vermiştim; “Elbet bir gün Ara Dinkçiyanla görüşmeliydim”. Ara’nın Amerika’da yaşadığını, sıkça dünyayı dolaştığını ve çok ender de Türkiye’ye, ama İstanbul’a geldiğini biliyordum. Yolunun bir gün Diyarbakır’a düşeceğini ve Ara ile hem de burmalı ve de cevizli Diyarbakır kadayıfı misali, babası Onnikle birlikte muhabbet edeceğimizi, bir de ikisinin birlikte Diyarbakır sahnesini paylaşacaklarını söyleselerdi, emin olun inanmazdım.
Ara ve babası  Onnik, 26-30 Eylül 2009 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlenen dünyanın bir dolu muhalifinin katılımcısı olduğu Mezopotamya Sosyal Forumunun 29 Eylül akşamı kapanış konseri için gelmişlerdi şehre. Daha gelmeden iki gün önce Mıgırdiç Margosyan Ağabeyim aradı. “Bak” dedi, “Şeyhmus, Onnik’le Ara yanımdalar. Pazar günü Diyarbakır’a geliyorlar. Haberin olsun.” Eh, tabi Mıgırdiç abê’den gelen her istek, emirdir. “Merak etme ağabey” dedim ve ekledim; “Geleceklerinden zaten haberim vardı. Çok güzel olacak Diyarbakır seyahati, hem kendileri, hem de bizler için”.
Pazartesi sabahı  kaldıkları oteldeydim. Sordum, kahvaltı salonunda olduklarını öğrendim. Salona girince baba, oğul baş başa kahvaltı ediyorlardı. “Sayın Ara ve Onnik Beyler, Roj baş” deyip oturdum yanlarına. Ama ne ben İngilizce ve Ermenice biliyorum, ne de onlar Türkçe ya da Kürtçe. Olsun yine de çat pat gözlerle işaretle anlaştık. Allahtan imdadımıza bianet’ten Erol Önderoğlu yetişti. Erol da Mezopotamya Sosyal Forumunu izlemek üzere Diyarbakır’daymış. Kahvaltı ile birlikte Erol’un mihmandarlığında güzel bir sohbet yaptık. Sanki epeyce uzaklarda haberleri varmış gibi Bedri Ayseli aradı “Aman Şeyhmuscuğum sizlere emanet ha!” deyiverdi. Sonra ben Margos Abi’yi aradım. Ve telefonu da Onnik Amcaya verdim. Telefonda Margos Hoca’ya bir “Baron Margosyan” deyişi vardı ki anlatmak ne kelime. Tabi bir de arakadaşım Udi Yervant’ı aradım, Yervant da Ara’nın arkadaşı. Onları da görüştürdüm.
Onlara New York’taki mahallelim ve dostlarım Zaven Özatmaciyan ile oğulları arkadaşlarım Mağak ve Vartan’ı sordum. Hemen her hafta görüşüyorlarmış, iyi dostmuşlar. Lice Ermenilerinden hemşehrilerim Suren ve Diran kardeşlerin New Jersey’deki bir marinada restoranlarındaki bir gece sabahın üçüne kadar Zaven abinin “takozu” (cümbüşe Diyarbakır’de eskiler takoz da der), Vartan ve Mağak’ın darbukası ve sesleri ile sevgili Zeki Dikme’nin ev sahipliğinde yaşadığımız geceyi anlattım.
Ertesi gün konser akşamının öğlen sonrasında randevulaşıp baba oğulla sohbet havasında bir röportaj yaptım. “Kardeş Türküler” sanatçılarından sevgili Burcu Yıldız’ın tercümanlığında. Çok içten, duygulu ve özel bir röportaj oldu. Bazen gözler konuştu, bazen derin düşünceler.
Akşam konserdeydik. Serince bir Diyarbakır sonbahar akşamıydı. Sümer Parkın çimlerinin üzeri silme insanlarla doluydu ve ışıl ışıldı, akşam panayırına dönüşmüştü. Hoş, üç gündü gündüzleri de öyleydi ya! Kapanış konseri akşamı diğer günlerdekinden biraz daha kalabalık olmuştu. Sahnenin hemen yanıbaşında Onnik ve Ara Dinkçiyan’ın özel konukları, memleketin son Ermeni çifti Bayzar Abla ile Sıtkı abiyi de yanımıza alarak dizildik Diyarbakır sahnesinin önüne. Kardeş Türküler döktürüyordu. Bir Vedat alıyordu eline mikrofonu, bir Feryal ve diğerleri; bildikleri bütün dillerde; Kurmanci, Zazaki, Ermenice, Arapça, Türkçe ve diğer dillerde. Büyükşehir Belediyesinin çocuk korosu da onlara eşlik etti.
Sonra gecenin bir vakti Diyarbekir’in sicilinden düşmüş ama gittikleri her yerde Diyarbekirli hem de Ermeni olduklarını hep söylemiş iki insan sahneye çıktı. Bir baba ve bir oğul: Onnik ve Ara Dinkçiyan.
Sahnede kıvırcık, dalgalı apak saçlarıyla yaşı seksenlerde gözleri ışıl  ışıl küçük bir dev adam duruyordu. Nobar Terziyan’ın ikiz kardeşi gibi bir adam. Ayağında Diyarbekir yemenisi benzeri bir siyah pabuç, omzunda Kürt puşisi ve sesi. “Mir meftune, Yarcan, Axçik, Nazan” ve diğerleri. Hele bir “dilê yeman” deyişi vardı ki, yanımda oturan Bayzar Abla ile Sıtkı Abi’yi sahneden işaret ederek, şarkıyı onlara armağan ettiğini göstererek! Diyarbekir usulü Bir Ermeni cümbüşü ki, sorma gitsin. Bütün sahne, bütün meydan çok bildik ezgileri, çok bildik besteleri, Türkçe ya da Kürtçe ve Ermenice duyup dinledikleri şarkıları, zaman zaman sözleriyle ve hep bir ağızdan melodisiyle söyleyip, oynayıp halay çektiler.
Gündüz konuştuğumuzda Ara Dinkçiyan Amerika’daki evinde 3500 civarında taş plağının olduğunu bunlardan bir kısmının dedesinden kaldığını ve “eğer varsa Diyarbakır’da taş plak satanları da görmek istediğini” söylemişti. Celal Güzelses’in müzik hayatında kendisine çok farklı bir kanal açtığını da eklemişti.
Doğrusu dünyaca ünlü bir ud virtüözünü babasına eşlik ederken kadim ve azim şehirde izlemek tarifi mümkünatsız bir duyguydu. O akşam şehrin bilumum “ağır siyasi ağabeylerinin” bile müziğin temposuna kapılıp halaya durması sanırım Dinkçiyan’ların sesinin ve ahenginin sırrıydı.
Diaspora, yalnız bir ülkesi ve vatanı olup da siyasi sığınmacı olanlar için değil; vatan bildiği topraklarını kaybetmiş ve canını ağır bedeller ödeyerek zor kurtarmış insanlara, toplumlara ve halkalara da kim olmak istediğine dair karar verebilmek için kimi kez iyi bir fırsat da olabiliyor. İşte Ara ve Onnik Dinkçiyanlar bu tür örneklerden. Diasporanın sunduklarını iyi değerlendirmişler. Sahnede onları kendi dillerinden dinlerken bunları da düşündüm.
Sohbetimizde Onnik Amca demişti ki; Amenoo Daran-Keyamo parçasını okurken diyorum ki; “Herkesi ‘qafle zamanı’ kafile halinde toplayıp götürdüler. Bir tek biz kaldık geride. Bizi götüremediler. Çünkü bizim evin kapısı küçücüktü, bizi o kapıdan alıp götüremediler”. İşin doğrusu büyük felaketten kaçıp canlarını zor kurtaran Dinkçiyan ailesinin ikinci ve üçüncü kuşak evlatlarını Diyarbakır sahnesinde izlerken kanadım yoktu ki uçayım. İyi ki o kıyımdan kurtulmuşlar da o acıyı bugün sesleriyle sazlarıyla dünya âleme anlatıyorlar, dedim kendime. Elimdeki makinayla mesleğe yeni başlamış bir muhabir gibi durmadan fotoğraflarını çekip kayıt yaptım. Şimdi mi, defalarca izliyor ve dinliyorum. Sonra da bahtınıza düşen bu satırları yazarak paylaşmakla yetiniyorum.
Diyarbakır sahnesinden kısa, küçük boylu, kır kıvırcık ve dalgalı saçlı, omzu puşili, her okuduğu parçanın vurgulu yerinde şöyle bir omuz kırarak sağ elini sahneden izleyicilere doğru kucaklarcasına savurarak sesini dünyaya duyuran “Küçük bir dev adam” ve uduyla ben işte Ara, sizin evladınız buradayım işte, “İnadına Dikranagerd’deyim” demeye getiren Ara Dinkçiyan geçti. Selamlıyorum onları ve hayatımın güzel geçen demlerinden biri için binlerce kez şükranlarımı yolluyorum onlara taa Amerikalara…