Seçim öncesi, nisan ayındaki yazılarda “tuhaf ötesi zamanlardan” söz ederek anlam-araç ikileminden, bu arada siyaset ve demokrasinin aldığı halden söz etmiştim. Geçen yazım ise, siyasetten beklenenler ile siyaseti kaplayan küçük hesapların bir muhasebesi üstüneydi. Bu muhasebeden ortaya çıkan sonucun, iç karartıcı olduğu da görülüyor. Ne ABD’nin Ortadoğu’daki hesaplarından, ne AB’nin Yunanistan üzerine oynadığı oyundan, ne bu ülkedeki siyasetten umutlanmak mümkün. Hanna Arendt’in dediği gibi, siyaset “hem umut hem korku” kapısı olabilecekken, günümüzde, ne yazık ki, umuttan çok korkuların artmasına neden olmakta.
Ülkedeki siyaset için de başka türlü düşünmek mümkün değil. Demokrasiyi korumak deyip darbe yapan ordudan kurtulduk derken, demokrasiye sığınıp diktatörlüğe özenenler, dini değerlerle gelenekleri kullanmaktan kaçınmayan cemaatler, devleti kalkan yaparak kendi davalarını güden siyasetçiler, siyaseti geçim aracı yapmış siyaset esnafı ve siyaseti kullanmayı iyi bilen sermaye elinde insan da, demokrasi de “araç” olmuş, biz de siyaset diye onların hesaplaşmalarını yaşamaktayız.

O nedenle, seçim sonuçları, Meclis Başkanlığı, koalisyon pazarlıkları, kırmızı çizgiler, MHP’nin tutumu, Bahçeli’nin dediklerini konuşalım da, bunlar konuşulurken, siyaset ve demokrasinin anlamı ile araç-anlam ikilemini unutmayalım derim. Örneğin buradan bakıldığında, MHP’nin HDP’yi siyaset dışı tutmak gayreti yönündeki kırmızı çizgisinin, gerçekte demokrasiyi “çizdiğini” ya da demokratikleşme gibi Türkiye için hayati bir amacın kendi varlıkları ve amaçları için “araç” olmaktan öte bir değeri olmadığını görmek gerek. Bahçeli çelebiliği konuşuldu epeyce; kuşku yok! Ama onun çelebiliği, MHP’nin demokrasi açısından AKP’den bir farkı olmadığı gerçeğini örtmüyor!

Bunları söylerken, siyasetin, insanın ve toplumun kendi kaderiyle ilgili kararlar alması anlamında kamu adına yapılan yüce ve onurlu bir iş olduğunu yadsıyor değilim. Demokratik siyasetin, toplumun karar alıcılarını kendi seçmesi, kendi yetkisini onlara devretmesi anlamında bir gelişme ve birçok eksiği, gediği olmasına karşın, insanlık halinin geldiği bir aşama ve bir erdem olduğunu da görmezlikten gelmiyorum.

Ancak günümüzde siyasetin, toplumun çoğulcu yapısını ne kadar yansıtabildiği ve siyasette kamu yararının ne kadar dikkate alındığı kuşkuluyken, bunları sağlama almak açısından öngörülen kurum ve mekanizmalar istenilen işlevi görmekten uzak kalırken siyaset ve demokrasinin anlamı üzerine düşünmek gerekiyor. Araçlar kadar, hatta daha fazla anlam üzerine düşünmek! Bu anlamda “sokağın” ve de “muhalefetin” işlevi de, siyasete ve demokrasiye anlam kazandırmakta bulunabilir düşüncesindeyim. Ancak, çoğulculuk gibi kamu yararına anlam kazandırarak, küresel kapitalizm ve neoliberal politikalar gibi, yaralı dünyaya ve insana kendini “merhem” diye sunan fanatik inanç ve ideolojilerin, kendi amaçlarını kamunun iyiliği ve amacı kılığına sokmalarındaki “maharet” önlenebilir. Yoksa, demokrasi diye diye onları güçlendirmek gibi bir tuzağa düşüp debelenmekten başka yol görünmüyor!

Siyaset ve umut deyince de, sahici kalan, insandan yana duran, kamunun iyiliği peşinde koşanları, bir anlamda küçük hesapları bir yana bırakıp “defteri kebire” yazılması gerekenleri konu edenleri unutmamak gerekiyor. Aslında bugün ve yarın asıl hatırlanacak da onlar. Bunlar arasında siyasetçiler var kuşkusuz, ama çoğu sanatçı. Piyasada kendine “sanatçı” diyenler değil tabii ki; 2 Temmuz’da Madımakta ölenler gibi, sözünü de özünü de büküp eğmekten kaçınan sanatçılar.
Onlardan birini, Metin Altıok’u bir şiirle anarak bitireyim.

Yerleşik Yabancı
Kiminin dikenleri vardır/ Katlanamaz üstüne./ Hep dikine durur/ Delmemek için gövdesini.
Kiminin yoktur bir tek kemiği,/ Doğrulamaz ayaklarının üstünde./ Ona göre varsa yoksa kendisi,/ Dürülüdür ütülü bir mendil gibi
Ben eğilmem gündüz ama/ Geceleri kanatırım kendimi
Ben bir söz söylediğim zaman,/ Kendine küçük bir pıtrak edinir./ Çok sürmez anlar başına geleceği,/ Çarşılarda pazarlarda ondan selam kesilir.
Ben birini sevdiğim zaman/ Göğünü durmadan genişletir./ Ama herkes rahattır kozasının içinde,/ O sevgi artık kimsesizdir.
Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli/ Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli