Gezi Direnişi’nin yıldönümü… Gezi, öncelikle ahlaki bir karşı çıkıştı, güçlü olanın haksız olduğu halde haklıymış gibi davranmasına… Gezi, direnişte de ahlakı öncelik haline getirmiş, direnişe katılanların davranış ve tutumlarına dayanışma ve yardımlaşma kriterlerine göre şekil vermişti.

Gezi’yi hatırlamak, ahlakın hem çok önemsendiği, hem de hiç önemsenmediği tuhaf bir zamanın içinden geçiyorken daha da anlamlı. Melek Mosso’nun konserinin iptal edilmesi gerekçesinde de ‘ahlaki hassasiyetler’ öne sürülmüştü. Ahlaki hassasiyetlerin içine nedense yolsuzluk iddiaları ya da ekolojik meseleler girmez, şarkıcının giydiği kıyafet daha önemli bir hassasiyet kaynağıdır, artan yoksulluğa ya da sınavlarda dahi karşımıza çıkan adaletsizliklere rağmen.

Ahlakı gerçekten de kendisine en çok dert eden kesim, siyasetin solunda yer alan kesim oldu her zaman, bütün derdi adaletsizliklerdi. Ama sol, ciddi bir inandırıcılık sorunuyla da mücadele etmek zorunda kaldı, geçmişin hayal kırıklıklarının ve yenilgilerinin bir sonucu olarak. Neoliberal politikaların kitlelere ‘umut etmenin’ hayal kırıklıklarına ve daha acı sonuçlara neden olacağına yönelik icraatleri karşısında, sol’un ‘boş umutlar vaat etmeyen’ bir çizgide durarak başka bir dünyanın mümkün olacağını anlatmak gibi bir sorumluluğu oldu. Bugün gelinen nokta, çok da iyimser bir tablo çıkarmıyor karşımıza. En umutlu olması beklenen gençlerin bile çoğunun yurt dışına gitme hayalleri kurmasına ya da toplumsal meselelerde gösterdikleri tavra bakınca, kitlelerin umudu andıran her şeye mesafeli olduğu bir gerçek. Böyle bir inancın olmaması, yani mutlu sonların ve uyumun olduğu bir dünya fikrinden ve hayalinden uzaklaşmak, Bauman gibi düşünürlerin bahsettiği gibi akışkan olduğu kadar kaygılı ve huzursuz bir geleceğe, bitmeyen bir didişme ve uyumsuzluk fikrine alışmak anlamına geliyor. Ahlakı toplumsal olandan koparıp bireysel tercih meselesine indirgemek de, bireysel tercihleri yok sayıp bütünüyle kapalı bir sistemin içine hapsetmek de aynı sonucu doğuruyor, derin bir çürüme ve gerçekliğin bozulup dağıldığı bir anlamsızlık…

Bugün ahlaki çürümenin en önemli nedeni ve karşı durulması gereken şey, hakikatin karşısına ‘avuntular’ı koyan yaklaşımdır. Avuntular, umutsuzluğun acısını alan ve uyuşturan biçimidir. Önceki seçimlerde “çalıyorlar ama çalışıyorlar” gibi akıl yürütmeler örnek gösterilebilir. Ya da “bu ülkeden, bu halktan ancak bu kadar olur”; “herkes hak edildiği gibi yönetiliyor”; “daha beterleri var, buna şükür”… Ya da bireysel avuntular şeklinde, deniz kenarında bir köye yerleşip kendini sanata ve doğaya verme hayalleriyle meşgul olmak, insanların kötü ve bencil varlıklar olduğuna inanıp bütünüyle insan dışı bir dünyaya yönelmek… Metafizik meselelere duyulan yoğun merak, fallar ve astrolojiyle, fantastik hayallerle ‘başka bir gerçekliğin’ içinde kaybolmak…

Gezi’nin bize öğrettiği şey şuydu: Hem iklim krizi gibi büyük meseleler uğruna mücadele etmek, hem de gündelik hayat içinde adaleti besleyecek küçük ahlaki kararlarımıza göre yaşamak. Örneğin, hem iklim krizi için yürüyüşlere katılmak, hem de plastik poşet kullanmayı reddetmek ya da kullandığımız ürünleri ona göre seçmek… Kendi ilişkilerimizde ve yaşam alanlarımızda ne kadar adaletli olursak, daha büyük adalet talepleri o kadar sahici bir biçimde beslenir ve büyür. Gezi Parkı’nda direnişçiler sabahları çöpleri topluyor, sokak hayvanlarını besliyor ve sokakta kalanlar için yemek hazırlıyorlardı. Yani ahlaklı yaşamak için ‘büyük kahramanlıklar’a değil, ‘küçük kahramanlıklar’a ihtiyaç var. Haftaya bu ‘yeni ahlak’ meselesini ele almaya devam…