İslam dünyasının hakkını vermek gerekir. Müslümanlar asla Kudüs sadece Müslümanlarındır demediler. Bu kentin üç dine ait olduğunu hep dile getirdiler. Hem Paris, hem Lahor toplantılarında yayınlanan mesajları anımsayalım

Kudüs: En uzak noktadaki mescit

Mesele İsrail’in, Kudüs’teki Mescid-i Aksa kapılarına metal dedektörler yerleştirmesi değil sadece. İsrail, mevcut İslamofobik ortamın da kendisine sağladığı avantajla güvenliği bahane ederek Mescidi Aksa’nın her şeyinden sorumlu olduğu fikrini diri tutmaya çalılşıyor. Hepsi, bu. “İslamcı terör”e karşı önlem bunun adı. “İslamcı terör” dendi mi, İsrail kendisine hak verecek çevrelerin olduğunu gayet iyi biliyor.

Oysa yaptığı düpedüz haksızlıktır, hak gaspıdır, ortak değerlere tek başına el koyma girişimidir, vahye dayalı diğer iki büyük dinin kutsalına saygısızlıktır, ortak yaşama kültürüne saldırıdır. Bu kesin.

Çünkü her şeyden önce Kudüs’ün kendisi, bir kent olarak her üç dinden de özellikler taşır, bu nedenle de her üç dinin oluşacak bir barışta yegâne “değer” olmak özelliğine sahiptır. Çok çatışmalı, çol çalkantılı, acılı, şiddet dolu bir coğrafyada Kudüs’den yola çıkılarak ortak değerlerin çoğaltılması, var olanlar etrafında birleşilmesi fırsatı İsrail eliyle bir kenara itiliyor. Yahudi düşmanlığı ayıbına düşmeden İsrail’in bu “faşizan” tutumunun kınanması gerekir elbette.

Kudüs: Bir kentten daha fazlası
Orta Doğu gibi bir coğrafyada hemen hemen herkesin üzerinde birleşebilecekleri bir kent Kudüs. Bu yanıyla sadece bir kesimin sahiplenmesi kabul edilir değil. Batı, Yahudiler için de, Hristiyanlar için de öneminin farkındaydı hep ama Müslümanlar için ne anlam ifade ettiğini pek bilemedi. Ta ki, 21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa’nın yakılması girişimine kadar.

Mihael Denis Ruhan adlı bir Avusturalyalı eğer yok ederse İsa Mesih’in gelişi hızlanır diye düşünüp Mescid-i Aksa’yı yakmak istemişti. Çıkan yangında tarihi, özellikle dini birçok eser yanıp kül oldu. Kürt Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethin sembolü olarak kente getirttiği “Ahşap Minber” bunlardan biriydi.

Aklını dinle bozan bir fanatik olduğu kesindi Ruhan’ın. Nelere yol açacağını düşünmediği eyleminden ötürü cezalandırılması gerekirdi. Ama İsrail’e geldiği gibi rahatlıkla çıkıp gitti İsrail’den. İsrail yetkilileri bir deli olduğunu söyleyip serbest bıraktıklarını açıklamışlardı. Oysa deli değil, bir fanatik Museviydi kundakçı.

Bu olayın hemen ardından Fas’ın Rabat kentinde 22/24 Eylül 1969’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantı Kudüs’ün tüm Müslümanlar için vazgeçilmez olduğunun vurgulandığı önemli bir toplantıydı. İslam Konferansı Örgütü de (İKÖ) bu toplantı sırasında kurulmuştur. Bu bile önemini gösterir. İKÖ içinde bir Kudüs Komitesi kurulmuştur. Dini/siyasi alanda Kudüs’ün Müslümanlarca bir gündem maddesi oluşu o zamanlardan başlar.

Batı da artık Kudüs’ün, sadece Yahudiler, Hıristiyanlar için değil Müslümanlar için de önemli olduğunu anlamaya başlamışlardır. Burada İslam dünyasının hakkını vermek gerekir. Müslümanlar asla Kudüs sadece Müslümanlarındır demediler. Bu kentin üç dine ait olduğunu hep dile getirdiler.

kudus-en-uzak-noktadaki-mescit-325402-1.

Örneğin, Pakistan’ın Lahor kentinde 22-24 Şubat 1974’de yapılan İslami zirvede 45 İslam ülkesinin devlet ya da hükümet başkanları bir deklarasyon yayınladı. Orada şu görüş özellikle ifade edildi: “Kudüs ilahi dinlerle İslam arasında ortak değer olarak öne çıkan yegâne semboldür. İsrail tarafından Kudüs’ün kutsal yerlerinin karakterini değiştirmeye yönelik alınan bütün kararlar uluslararası hukuku aleni olarak ihlal ve genel olarak İslam dünyasından İslam Konferansı Örgütü’ne üye devletlerin hislerini hiçe saymaktır.”

Kudüs’ün herkese ait olduğu fikri Müslümanlarca bu kez 1-2 Aralık 1980’de Paris’te İKÖ tarafından düzenlenen Kudüs konulu uluslararası bir seminerde bir kez daha dile getirildi. Dönemin Fas Kralı ve Kudüs Komitesi Başkanı 2. Hasan şu mesajı vermişti:

“Kudüs, İslam ve vahye dayanan dinler arasında yaşayan semboldür. Uluslararası hukuka saygılı her insan Kudüs’ün ilhakını mutlaka kınamalıdır. Burada tek yanlı ve gayrimeşru bir iş söz konusudur. Kudüs tarafından temsil edilen kutsal miras, üç tek tanrılı din için ortaktır ve bu üç dinden biri tarafından gasp edilemez. Bunun için Kudüs’ün Yahudileştirilme teşebbüsünün geçersizliğini ilan ediyoruz.”

Her iki açıklamada da Kudüs’ün üç dine ait olduğu konusunda Müslümanların görüşü netti. Aslında bu açıklamalardaki mesaja Katolik Kilisesi de katılmaktaydı. Papa II. Jean Paul, papa seçildikten birkaç ay sonra “Kudüs sorunu özel bir durum olarak dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu günlerde dünyanın bu kısmında adil bir barış gerçekleştirmek önemlidir. Kutsal şehir, farklı toplumlar tarafından paylaşılan farklı değerleri ve menfaatleri bünyesinde toplayan bir yerdir. Umudum odur ki tek tanrılı inancın ortak bir geleneği Tanrı’ya yakaran bu inancın mensupları arasında uyumun gerçekleşmesine katkıda bulunabilir.”

Durum dini açıdan çok net, görüldüğü gibi. Vahye dayalı dinlerden herhangi birinin, “benim için daha kutsaldır” diyerek Kudüs’ü sahiplenme hakkı yoktur.

Evrensel bir karakteri var Kudüs’ün. Bu hesaba katılarak güvenliği garanti altına alınmalı, öyle korunmalıdır. Çünkü 1969’daki yakma girişiminden sonra da Mesci-i Aksa başka tehlikelerle karşı karşıya kaldı. Meir Kahane adlı biri 1980 Nisan’ında, Mescid-i Aksa’nın bir köşesine patlayıcı madde koyarak patlatmaya çalıştı. İki yıl sonra yine nisan ayında Aksa’nın girişine yerleştirilen patlayıcı madde fark edildiği için patlamadan önlendi. Bu olaydan iki gün sonra Kahane taraftarları zorla Mescid-i Aksa’ya girmek istediler.1983’te Mescid-i Aksa’ya giden gizli bir tünel bulunduğu açıklandı. Bunlar fanatiklerin işiydi kuşkusuz. Ama, kentin Müslümanlar ile Hıristiyanlar için önemini bilmeleri gereken (kuşkusuz biliyordular) İsrail parlamentosuna mensup bir grup milletvekili askerler eşliğinde Aksa’ya girmek istediler. Bunların gerilimi arttırmaktan başka işe yaramadığı elbette görüldü.

Ama en korkuncu 8 Ekim 1990’de gerçekleşti. Mescid-i Aksa’ya yapılan bir saldırıda tam 30 Filistinli öldü, 800’e yakını yaralandı.

kudus-en-uzak-noktadaki-mescit-325403-1.

Dolayısıyla Kudüs, her üç dinden temsilcilerin denetiminde, gözetiminde korunması gereken bir kent özelliği taşıyor. İsrail’in işgalci tutumu kentin korunmasını güçleştiriyor kuşkusuz.

“En uzak noktadaki mescit”
Anlamı bu. Mescid-i Aksa Kudüs’te, Eski Kent’teki Harem’ş-Şerif’te, Kubbetü’s-Sahra’nın hemen güneyinde yer alıyor. İlk biçiminin Bizans imparatoru I. İustinianos’un yaptırdığı bir bazilika olduğu kabul edilir. Hz. Ömer 638’de Kudüs’ü aldıktan sonra yapıyı, değişiklik yaptırmadan camiye çevirtti. Emevî halifesi I. Velid de çok büyük bir onarımdan geçirerek baştan aşağı yeniledi. Böyle anlatılıyor. Ancak ilk inşa edenin Hz. Süleyman olduğu da söylenir. Kimi tarihi kaynaklarda Musevilerin Ağlama Duvarı dedikleri (Müslümanlar Burak Duvarı derler) kısmın söz konusu bazilikanın kalıntısı olduğu ileri sürülür.
Müslümanlar için neden değerli?

Bunun yanıtı Kuran’da var. İslam Peygamberi Muhammed’in İsra yolculuğu ve miracından söz edilen ayetlerde Kudüs’ten de söz edilir. 17. Sure (İsra Suresi olarak da bilinir) ayet şöyle başlar:

“Yüceliğinde sınır olmayan O (Allah) ki kulunu geceleyin,kendisine bazı alametlerimizi göstermek için (Mekke’deki) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götürdü.”

Muhammed’in peygamberliğinin ilk yıllarında Müslümanların namaz için yön tayini sorunu vardı. Medine’ye hicretten sonra Mekke kıble olmazdan önce namaz kılarken Kudüs’e doğru dönülürdü. Hadislerde de Kudüs, Beytü’l Makdis diye isimlendirilmiştir. İslam dünyasında kudüs tanrı tarafından seçilmiş kent olarak bilinir.

Papa II. Jean Paul Kudüs meselesinin çözümü konusunda gayret gösteren bir Katolik büyüğü olarak biliniyor. Çünkü İsrail’in tutumu Katolik dünyada da onaylanan bir tutum değil. Papa, bu nedenle Ortadoğu coğrafyasında ne kadar kilise varsa hepsinini sorumlularını 1991 Mart’ında Roma’ya toplantıya çağırmıştı. Orada verdiği mesaj şuydu:

“Kudüs isimli bu şehir kutsal yerleriyle birlikte hem Yahudiler, hem Müslümanlar, hem de kendi toplumları için sevimli ve değerlidir. Barışın kavşağı olmaya çağrılmış bu şehir nifakların ve çatışmaların motifi olmaya devam etmemelidir.”

Sadece Hıristiyanlar değil, İsrail’in politikalarına karşı çıkan Yahudiler de Kudüs’ün sadece Yahudilere ait olmadığını cesaretle dile getirdiler. Kasım 1978’de Paris’te Fransız Yahudisi entelektüeller Dünya Yahudi Kongresi Fransız şubesince düzenlenen bir toplantıda bir araya geldiler. Toplantının teması “Kudüs, tektir ve evrenseldir” idi. Faaliyet raporunda “o yeniden elde edilmiş barış içinde en geniş açıklığın ve en kardeşçe görüşmelerin yapıldığı yer olmak zorundadır ki, bunların hepsi bu şehirde bulunacak ve onun hakkında herkes iyi şahitlik yapacaklardır” deniyordu. Toplantıya katılan Jean Halperin “nihai olarak Kudüs için cesaretle ve gerçek inançla iyice düşünülmüş yepyeni çözümlere teşebbüs etmek gerekecektir” demişti. Kudüs’ün “evrenselliğinin” yani üç dine ait olduğunun Yahudi aydınlarca kabulüydü bu.

Ancak İsrail hiçbir zaman bu çağrılara kulak asmadı. Hatta öyle ki, İsrail Parlamentosu Knesset 30 Temmuz 1980’de Kudüs’ün “tüm zamanlar için İsrail’in başkenti olduğunu” kabul ve ilan etti. BM Güvenlik Konseyi İsrail’in bu kararını kınadı.
Ama görüldüğü gibi İsrail, bir barış kenti olabilecek Kudüs’te kan dökmeyi seçiyor. Büyük Yahudi ahlakçılığına ne ka
dar aykırı bir tutum.