Son Cannes Festivali’nin en güzel sürprizlerinden biri, Elia Suleyman’ın yeni filmi ‘Burası Cennet Olmalı’ bugün vizyonda

Kudüs’ten New York’a uzanan bir yolculuk

Vecdi SAYAR

Ülkesinden kaçarak daha iyi bir ülkenin arayışına giren film yönetmeni ES’in serüvenini anlatan ‘Burası Cennet Olmalı’, bir Filistin-Katar-Almanya-Kanada-Türkiye (Zeyno Film) ortak yapımı. Filmin ana kahramanı, yönetmenin kendisi tarafından canlandırılıyor. Bir ‘yanlışlıklar komedisi’ gibi gelişen öyküde, yönetmen önce Paris’e, sonra New York’a gidiyor. Ama, nereye gitse ülkesi peşini bırakmıyor. ‘Burası benim evim diyebileceğimiz bir yer var mıdır yeryüzünde?’ diye soruyor Suleyman, kimlik ve aidiyet üstüne yaptığı bu son filmde.

FIPRESCI’nin ödül gerekçesinde şu satırlar yer alıyor: “Bu film, politika, dinler, otoriteler ve kültürel farklılıkların ötesine geçen bir öyküyü ustalıkla, güçlü ve mizahi bir biçem içinde aktarıyor. Bu farklılıklar, keskin bir gözlem gücü ve ikiyüzlülüğü yansıtan ‘absürd’ ögelerle, sürprizler içeren sinemasal koreografilerle verilmiş.”

Suleyman ile Cannes Festivali’nde yaptığım söyleşide, ilk sorum filmin Filistin’de nasıl karşılandığı olmuştu. Çünkü başka diyarları nasıl eleştirel bir gözle anlatıyorsa, kendi ülkesini de aynı eleştirel bakışla yansıtan bir film, ‘Burası Cennet Olmalı’. “Henüz Filistin’de gösterime girmedi. Ben de nasıl karşılanacağını merakla bekliyorum” diyor. Yurt dışına giden Orta Doğulu yönetmenlerin yurt dışında karşılaştıkları sıkıntıları alaycı bir biçimde, ama sevecenliğinden bir şey kaybetmeden anlatıyor. Hiçbir yer cennet değildir derken didaktik bir söylemden kaçınıyor, yaşamın tatlı ve eğlenceli yanlarını yansıtarak, isterseniz her yer cennet olabilir diyor. Tabii, absürd bir cennet!

Otobiyografik nitelikte bir politik mizah filmi olan ‘Burası Cennet Olmalı’ Cannes Festivali FIPRESCI Jürisince En İyi Film olarak değerlendirilmiş, ana jüriden de özel bir mansiyon almıştı.

EPİZODİK ANLATIM

Filmin kahramanı ES bir “gözlemci” diyor Süleyman. Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman kültürleri arasında sıkışmış Kudüs halkının gündelik yaşamından bir kesit sunuyor, filmin ilk bölümünde. “Tanrı da gelse biz kapıyı açmayız. Ama, Hristiyan kapıyı bir tekmede açıp içeri girer” diyor. Filistin’deki gündelik yaşamın traji-komik boyutlarına değinerek, küçük hırsızların, savaş içinde büyümüş umutsuz gençlerin dünyasını, Müslüman’ın alkol saplantısını, birbirinden nefret eden komşuları, dürbünle uzakları tararken önünü göremeyen İsrail polisini epizodlar içinde anlatıyor. “Bir gözlemcinin bakışıyla Filistin’de yaşamın saçmalığını vurgulamak istedim” diyor.

Mizah duygusu, filmin Paris ve New York’daki bölümlerinde de varlığını sürdürüyor. “Evet, alegorik bir anlatımı tercih ettim, bazı gerçekleri yansıtırken. Ve, didaktik bir anlatım yerine, izleyicinin keyif almasını sağlamak istedim” diyor. “Sözcük kullanımında ekonomi”ye önem veriyor Süleyman. Mizahın ve görüntünün gücüne inanıyor. “Kendini fazla ciddiye alan sinemacılardan değilim” diye ekliyor.

Yönetmenin Paris’teki serüvenleri de alabildiğine sıradan ve saçma! Projesini sunmaya gittiği Fransız yapımcı tam bir klişe. Batı sinemasının Ortadoğulu yönetmenlerden beklentilerini alaya almaktan geri durmuyor Süleyman: “Filmde egzotik unsurlar olmalıymış, Filistin’in sorunlarından söz etmeliymişim”.

Çinli turistleri, çöpçüleri, göçmen hizmetçileri ve polisleriyle Paris mitolojisinin tüm ögeleriyle, Kilisenin evsizlere yemek dağıtımından, 14 Temmuz törenine Fransız kültürünün tüm simgeleriyle dalgasını geçiyor. Sonra, sıra Amerika’daki yaşamın saçmalığına geliyor… Filmi daha fazla anlatıp da seyir keyfinizi bozmayayım. Kudüs’ten başlayıp, New York’a uzanan bu yolculuğun, yersiz yurtsuzluğun manifestosu olmak gibi ciddi bir hedefi yok, ama kültürlerarası farklılıkların aşılmaz olmadığını, nereye gidersek gidelim aynı ‘absürt’ dünyada yaşamaya mahkûm olduğumuzu anlatıyor.