Covid 19 salgınında “devlet” ipin ucunu kaçırmışa benziyor. Kaynaklar hızla tükeniyor ve bu gidişle insanlara “başınızın çaresine bakın” denecek gibi. RT Erdoğan, Sağlık Bakanı ve maalesef Bilim Kurulu üyeleri kendi sorumluluklarından söz etmek yerine “kurallara uymayan duyarsız vatandaşları” suçlamaya başladılar.

Salgın, nasıl yönetildiğimizi bütün çıplaklığıyla açığa çıkarıyor. Hayatın senin sorumluluğunda ve ancak gücün varsa sağ kalırsın!

Virustan en iyi şekilde korunmanı sağlayacak önlemleri alıp almamak senin bileceğin iş. Ben ancak başkalarını riske atarsan müdahale ederim; ceza keserim, evine kapatırım. Pozitif hastaların eve gönderilmesi ve yalıtımı onların sorumluluğuna bırakmanın asli nedeni, sağlık hizmeti kapasitesinin zorlanması ve maliyetin artması olabilir. Testin kime yapılacağına devletin karar vermesi ve kendi kararlarıyla test yaptırmak isteyenlerden yüksek ücret istenmesi de aynı nedenle olabilir. Ama insanların bu uygulamayı kaderlerine terk edilmek olarak algılayacakları da ortada. Haksız da olmazlar.

Oysa rejim bugüne kadar, kendisine rızayı tam tersi bir söylemle üretiyordu. Cihan imparatorluğu nostaljisini körükleyerek, “kerim devlet” fantezisine yaslanan RTEakp, biat edersen lütuf kazanırsın, boyun eğersen refaha erersin propagandasını pompalıyordu.

Takke düştü, kel göründü; devlet öyle kerim falan değilmiş, bildiğin, bildiğimiz “ceberrut” devletmiş.

Ama rejimin de gözden kaçırdığı bir değişim de oluyordu. İnsanların içinde yaşadıkları koşulların etkisiyle, devlete biat eden kuldan devletten hizmet bekleyen bireye dönüşüyor olmasıydı. 1980 li yıllardan bu yana adım adım “kuldan bireye” değişen insanların, üzerlerinde “eskinin giysileriyle” geliyor olmaları çoğu insanı yanıltıyordu.

Şimdi, aynı anda, hem derin bir ekonomik krizle işsizlik, güvencesizlik, evsizlik, açlık koşulları yaygınlaşırken, hem de salgının neden olduğu her an ölebiliriz, gelecek olmayabilir, yarın yok düşünceleri arasına sıkışan toplumda, ölümle bir hesaplaşma olması kaçınılmaz.

Her an gerçekleşebilecek bir ölüm imgesinin insanlarda yol açabileceği duygular az çok evrensel ve tarihte böylesi dönemler de var. Bir yanda derin bir kayıp, yas ve üzüntüyle katmerlenen karamsarlık oluyor. Bu duygulara koşut, yarın yokmuşçasına “çılgınca” eğlenme, geleceği düşünmeme, her şeyle dalga geçme, canını korumaktan vazgeçme, sakınmama hali de oluşuyor. “Yoksul ve eğitimsizlerin” kendilerini korumadan kalabalık ortamlara girmeleriyle “varlıklı ve eğitimlilerin” korona gece partileri yapmaları, plajları doldurmaları aynı kaynaktan besleniyor. Tabi ki işe gitmek için toplu taşıma kullanmak, fabrikada çalışmak zorunda olanlar var. Ama bu koşullar o insanların da benzer duygulara kapılmalarını kolaylaştırıyor sadece.

Güçlü olan yaşar ilkesi varken yaşamak için güçlü olmanın da yetmediği zamanlar, bir tür “mahşer” zamanı olarak da yaşantılanabilir. Dinsel mahşer gününde insanlar edilgenleşir ve hesap defterlerine bakılmasını bekleyebilirler. Dünyevi mahşer zamanlarında ise bu kez insanlar kendi hesaplarını kendileri görmek isteyebilirler.

Herkesin kendisini yalnız, korunmasız ve yarını yokmuş gibi hissettiği zamanlar “kurtarıcı” (mehdi- tiran) beklentilerini kışkırtır. Bu beklenti totaliter bir düzenin kolaylıkla destek bulabileceği ortamı hazırlayabilir. Ama aynı yalnızlık, korunmasızlık ve yarınsızlık hali, yaşamanın ancak dayanışma ağlarıyla mümkün olabileceğini de görünür kılmaya başlar.

Sarkaç, bir Tirana hayatını teslim etmekle, kendisiyle aynı koşullarda olanla sırt sırta verme imkanları arasında salınır. İkisi de insana ait hal. Hangisinin çoğalacağını yapılacak siyasal pratik belirler. İnsan, doğuştan birine daha yatkın değil. Kul, mehdi bekler, birey yoldaş arar. Eğer, her şey büyürken karşıtını da besliyorsa, şimdi o sıçrama haline geldiğimizi söylemek mümkün gibi. İleriye mi, geriye mi; siyaset bizi çağırıyor.