Türkiye’de haklarını müdafaa etmek için eylemliliğe yeltenen insanların ortak dertlerinden birisi neredeyse hep “dolduruşa gelmek”, “dış güçlerin ya da iç hainlerin oyunlarına gelmek”, “kargaşaya alet olmak” türünden bir ithamla karşılaşmalarıdır

“Kulak vermesek mi?” Liseli gençlerin isyan bildirileri

Bundan yedi-sekiz yıl evvel, Ankara Üniversitesi’nde taşerona karşı direnen işçiler ile öğrenciler birlik olup Cebeci Kampüsü yemekhanesini işgal etmişti. Grev yapan işçilerin yanına gelen bir adam öğrencileri gösterip “bu teröristler size gaz veriyor” gibisinden cümleler kurunca, aylarca maaşını alamayan işçilerden birisi öğrencilere dönüp “hani gaz nerede, evde çoluk çocuk donuyor, gaz varsa saklamayın, verin de eve götürelim” diyerek kafa yapmıştı adamla. Kopan kahkahalara bozulup giden adam homurdanırken daha da komik hale gelen vaziyetin trajik arka planı ise işçinin parodileştirerek anlattığı gerçekti; Aralık ayındaki Ankara ayazı, Gökçek zamları, parasızlık ve evinde gerçekten gaz olmamasıydı…

Türkiye’de haklarını müdafaa etmek için eylemliliğe yeltenen insanların ortak dertlerinden birisi neredeyse hep “dolduruşa gelmek”, “dış güçlerin ya da iç hainlerin oyunlarına gelmek”, “kargaşaya alet olmak” türünden bir ithamla karşılaşmalarıdır. Bir yasayı, yönetmeliği protesto etmek, grev yapmak hatta sendikaya üye olmak bile -egemenler ve uzanımları tarafından- çok kere “başka planları ve kirli emelleri olan bir ‘muhayyel ötekinin’ amaçlarına hizmet etmek”, “gafillerin tuzağına düşmek” gibi ifade edilir. Talepler ya da itirazlar ne kadar net olsa da, amaç gün gibi ortada olsa da her eylemlilikte, her seferinde öne sürülen bu paranoyak koyut Türkiye’de “protesto kültürünün” karşısına konumlandırılıp bir nevi “yatıştırma” işlevi görmektedir. Üstelik kimi zaman, kimi yerde işe yarar da…

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Erkek Lisesi mezuniyet töreninde “yandaş okul müdürüne” arkasını dönen öğrencilerin eylemi başka teşebbüsleri de tetikleyerek iktidara karşı beklenmedik bir kıyamı gündeme getirdi. Birçok liseden kamuoyuna yayılan isyan bildirileri AKP’nin “dindar gençlik” projesini özellikle eğitim kurumlarındaki “yandaş idareciler” eliyle yürüttüğünü gösterir nitelikteydi. Eğitim sistemindeki kurumsal yeniden yapılandırmalar bir tarafa, davranış ve söyleyiş tarzına karışan dayatmalar, dinciliği otonom hale getirmeye yönelik kültürel telkinler, zırt pırt gerçekleştirilen dini etkinlikler ve daha nice “abukluğun” liseli gençlerde artık bıkkınlık uyandırmakta olduğu ifşa edildi. Hal böyle iken memleketin dört bir yanındaki okullardan gelen haberler Erdoğan’ın “gençlik” obsesyonunu yeniden kabartıverdi. Elbette ki onun da ilk tepkisi “okulların karıştırıldığını”, “toplumun tahrik edildiğini” söyleyerek bahis konusu paranoyak koyuta sarılmak oldu: “Çevremizde sırtlanlar, üzerimizde akbabalar…”

Fakat malum paranoya “sağcı” siyasal mantığın güncel sürümünde husumeti marifet bilen bir kerteye erişmiş durumda. Artık paranoyanın somut referansı olarak her fırsatta öne çıkarılan şey yakın dönem hegemonya projelerinin neredeyse “kurucu ötekisi” olan PKK. Özellikle son bir yıldır, Erdoğan’ın karşılaştığı her kıyamı mahsus PKK bünyesinde ifade etmeye yönelik özel bir çabası olduğu aşikâr. Öyle ki, tüm muhalifleri kapsayabilecek bir “PKK jeneriği” yarattı, hatta başka örgütleri de içeren organize bir “terör kokteylinin” yurt genelinde yarattığı tehlikeden her fırsatta bahsetti, bu sayede klasik statükoculuğun paranoyak “yatıştırma” taktiğini de “linç rejimini” teşvik eden paranoyak bir “ötekileştirmeye” dönüştürdü. Bu nedenle geçtiğimiz Cuma akşamı bir kısım (!) STK’nın düzenlediği iftar yemeğinde tekrar konuşan Erdoğan’ın, bu sefer “bunlar liseli çocuklara da dadanırlar, başka yerlere de dadanırlar” diyerek liselilerin kalkışmasını silahlı bir örgüt ile ilişkilendirmesi fazlasıyla tekinsizdir. Sorun bu örgütün “neliği” değil, okul müdürüne tepki gösteren liseli gençlerin dahi şu anda süregelen bir savaşın tarafı olarak ifade edilmesidir.

İşin aslı -Doğu’daki fiili savaşın yanı sıra- Erdoğan’ın bir savaş daha sürdürmekte olduğudur; kültürel bir savaş… Bu yüzden torpille, rantla, şantajla, suç ortaklığıyla örgütlenmiş bir yozluğun değirmenini sözüm ona “Yeni Osmanlıcı” değerlerle döndürüyor. Bu yüzden çokluğu reddediyor, tek bir “kesimin” ezberini tahammülsüz bir şekilde savunuyor, bu yüzden on(lar)dan olmayan “herkesi” düşman ilan ediyor. Evet, “dindar gençlik” istiyor. Çünkü gençlik, onun için bir toplum mühendisliğinin, kültürel bir projenin nesnesinden başka bir şey değil. Nitekim aynı konuşmadaki şu cümleler dikkate değer:

“Gençliğimizi bizim iyi dokumamız lazım… Bunlara kaptırmamamız gerekir… Bunu başardığımız anda onlar gelecekleri itibariyle çökmüş demektir… Her şeyden önce itikadî noktada, ibadet noktasında muamelatı bir kenara koymadan, ahlaki noktada yavrularımızı çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor”.

Sadece okullardaki öğretmenlerin bu iş için yeterli olmadığını STK’ların bu konudaki faaliyetlerini artırması gerektiğini de ekleyerek bitirdiği konuşmasının ana fikri şöyle: (1) Teröristler gençleri kandırıyor. (2) Bizim gençlik üzerinde daha fazla çalışmamız lazım. (3) Eğitim kurumlarında daha fazla dinci manipülasyon yapın”. Yani hala kendi bildiği ezberi bir çözüm gibi dayatmaya devam etmekte kararlı. Fakat “gençlik”, onun kısıtlı terminolojiyle anlaşılabilecek bir mefhum değil. Her ne kadar Türkiye’de “gençliği” kendi partisinin gençlik kollarından ibaret sansa da…

kulak-vermesek-mi-liseli-genclerin-isyan-bildirileri-150609-1.Oysaki; kimi zaman biyolojik yaş haddiyle, kimi zaman sosyal yaşantının evreleriyle tanımlanan “gençlik”, sosyolojik tekabüllerinde özellikle endüstriyel toplumlarda gelişim gösteren farklı “gençlik kültürleri” ile birlikte düşünülmek zorundadır. Hem sanatsal-entelektüel üretimlerin karakteristikleri hem de yaşam tarzı boyutuyla düşünülebilecek bu “gençlik kültürleri”, toplum içindeki yapısal konumları itibariyle çoğu yetişkin denetimine tabi olan aktörler tarafından geliştirilen, ancak yetişkin denetiminden bağışık olan kültürel oluşumlardır. Bu nedenle gençlik Erdoğan’ın sandığı gibi edilgin bir sosyal grup değil, toplumsal dönüşümün etkin öznesidir ve siyasal süreçlerin de artçısı değil öncüsüdür. Pratik koşulları gençlerden farklı olan ebeveynler, öğretmenler yahut genel olarak yetişkinler (terörist olanları dâhil) gençlik kültürlerinin teşvik ettiği örgütlenme hallerinin ve pratiklerin şekillenmesinde karar verici ölçüde etkili olamazlar. Fakat gençlik kültürleri içerisinde yeşerdikleri tarihsel-toplumsal yapının motiflerini taşıyarak birbirlerinden farklılaşabilirler. Özlem Avcı’nın araştırmasında görüldüğü üzere, dindar gençlik dahi geleneksel algıları kırarak (ve ebeveynlerle yer yer çatışarak çatışarak) kendisini oluştururken, Erdoğan perspektifine bina edilen toplum mühendisliği olarak “dindar gençliğin” gençlik kültürlerinin topyekûn ortadan kaldırılması projesi olduğu dahi söylenebilir.

Öyleyse liselilerin bu apansız kıyamının “birilerinin kışkırtmasıyla” olamayacağının altını iyi çizmek gerekiyor. Zira kayyumlarla, aşırı dozda dincilikle, torpillerle ve dahi kayırıcılıkla iğdiş edilmiş bir kamu sistemine karşı gençlerin halis isyanıdır bu. Üstelik kıyıdan köşeden yükselen bir ses değil, çelişkinin ortasından çıkışan bir kıyamdır. Bir “kamusal vicdan” çağrısıdır. Rüştünü saraya ispatlamak için sırf, mührü eline aldığı gibi “yönetmeliği kenara koyan”, salahiyeti başıbozukluk “edep-adap” düzgüsünü kamu yönetimi sanan o iktidar aparatıdır bu kıyamın ilk muhatabı. Okulda müdür, evkafta amir, mahallede muhtar olmuştur hani çoktan. Yeşil kartları o dağıtır. Yoksulluk yardımlarını kimlerin alacağına o karar verir. Devlet kapısında bekleyenleri kadrolara o atar, ihalelerin sonuçlarını o belirler. Amel defteri iyiden iyiye kabarmış o “sosyal tipin” varlığına son verme girişimidir işte bu kıyam. Son dönemde kimilerinin “Erdoğanizasyon” dediği, otoriteryen “tek adamcıklar” çarkını kırma girişimidir. Doğru evlilik yaparak enerji bakanı olan torpilli burjuvaların, eşinin dostunun “sayın başbakanım” diye seslendiği “düşük profilli” adamların, her türlü dalavereyi çevirip topuğunu yere vura vura hem “cumhur” hem de “başkan” olanların çarkını kırma girişimidir.

Özal’ın kolormatik gözlüklerini taktığı yıllardan bu yana hep kolayca “apolitik” olmakla, “tüketici” olmakla eleştirilen “gençler” işte şimdi hepimize bir çağrıda bulunuyor yeniden. Kulak vermesek mi?