Batı Doğuya pek meraklı ve istekli bakmadı. Oysa Doğulu sanatçılar için Batıda görünmek her zaman çok önemli oldu. Kültürel açıdan iyice kültürlerin birbirinin farkına varması bir açıdan İkinci Dünya Savaşının bir ürünüdür. Bu paradoks bugün de geçerlidir. Venedik’ten alınan bir ödülle “ben neymişim” sendromuna girip kendi yaptığının soyut ve somut anlamlarının hesabını vermekten kurtulduğunu sanmak özünde bir kendini bilmezliktir. Bu işin Doğu’da çok alıcısı vardır.

1960’lı yıllarda batılı sanatın yaşadığı kriz en üst noktasına vardığında, pek çok Avrupalı ve Amerikalı sahne ve plastik sanatçısı Doğuya ve Afrika’ya seyahat etti. Amaç hiç kullanılmamış imgeler bulmak, yeni dramatik formlar için biçimsel malzeme görmek ve bunları kendi sahnelerine ya da plastik sanat ürünlerine aktarmaktı. Sonuç olarak ise bambaşka bir şey oldu: her şeyin kanıksandığı Batılı toplumlarda Doğu sanatı ve imgeleri kullanıla kullanıla değersizleşti.

Yaklaşık olarak 19’uncu yüzyıldan 20’minci yüzyıla dönerken, hem sahnede hem de plastik sanatlarda biçimsel olarak yenilik ve avant-garde sanat aranışları doruk noktasına çıktı. Sonra da büyük bir hız kazandı ve hemen ardından kendi ateşini tüketti, anlamsızlık sendromu içinde tıkanıp kaldı. Mesela Shakespeare’in III. Richard oyununu Ekspresyonistler 1920’lerde sahnelediklerinde, seyirci büyük bir görsel şok yaşamıştı. Çağın sanatı deniyordu. Bugün bunlar unutulup gitti, sahneye ise esastan hiçbir katkısı olmadı. Shakespeare hala büyük ilham kaynağı ama Ekspresyonistlerin söylemi ve estetiği tükenişten ve akıldışına yönelimden başka neyi ifade ediyor ki?

Bu değişim ve dönüşüm yıllarında, sosyal sorunlar ve elbette ki estetik ile toplumsal ilişkiler arasındaki bağlar büyük bir hızla geriye düştü: form öze isyan etmiş gibiydi! Biçim teorik olanı ve anlamı yenmeye çalışıyor, akıl görsel konfüzyon karşısında ikinci plana düşüyordu:

Duygusal olan sentezleyici ve yorumlayıcı aklı yenmişti. Psişik olan aklı ve anlamı değersizmiş gibi gösteriyordu. Sonuçta nice zalimliklerin köklerinde akıl ve bilim değil, hastalıklı psişik kimlikler vardı.

Kısaca Aydın geri plana düşüyordu. Stefan Zweig boşuna ölmek istemedi ya da Walter Benjamin kendini ait hissettiği bir uygarlığın yıkımı gördüğü için tıkanma yaşadı. Bunun karşısına ise “modern toplumun esas sözcüleri olarak küçük-burjuva tepkiselliği” başat hale geliyordu. Bugün siyasette çok sözü edilen –ve benim biraz iğrendiğim- seçmenlerin duygularını dile getirmek, özünde akıl değil sanrının başat olması anlamına geliyor. Toplumlarda hastalanır…

Bu değişimin sonrasında, Biçimsel hırsızlık genel bir eğilim haline geldi. Modern kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonrasında, malzemeye çok daha kolay ulaşılıyor ve formu köklerinden koparıp tamamen yeni ve farklı biçimlerde “belirsiz anlamlar üretmek” için kullanılıyordu. Bu sürecin kendisi anlam ve aklın geriye düşmesi, onun yerine biçimsel aykırılık ve duygusal konfüzyonun öne çıkması haline dönüştü.

Bu anlamda 1960’lardaki Doğunun keşfi aranışı, Batılı biçimlerin dışında yeni biçimler çalma aranışına dönüştü. Peki, neden? Çünkü Batıdaki biçimsel yenilik aranışları ve sergilenmesi büyük oranda Batılı Biçimi tüketmiş, her şey kanıksanır ve sıradanlaşır hale gelmişti. Sonuçta Sanat Doğuya açılmadı, Doğuyu kendi malzemesi için bir tüketim malzemesi haline getirdi.

Şaşkınlık ve yeniye merak yerini “’ben’ doyumu için nesneye indirgenmiş kültürel yağmacılığa” bıraktı. Bu anlamda her şeyin kanıksandığı ortamlarda, her şeyin sıradanlaştığı bir kültürde, Doğulunun Batıya ilişkin hayranlığı ve kendi ilişkilerinde gördüğü tekillik ve çıkışsızlık ve Doğunun Batıyı bilen kültürlü kahramanı olmak sevdasının karşılığı olarak Batı Cephesinden alınan “madalya” her şeyin önüne geçti: aslında tipik bir Oidipus Kompleksi biçimini aldı. Rol modeli olarak “Batı”, “baba” rolünü üstlenmişti Doğulu için, “Baba”nın takdiri demek Batılı festivalden ya da sergiden alınan “madalya” biçimine bürünmüştü.

Bu kendini eksik görme ve tamamlanmak için Batılı madalya ihtiyacı aslında ve özünde bir “benlik bunalımına” karşılık gelir. Türkiye büyük orada bu bunalımı esaslı biçimde yaşayan ülkelerden birisidir. Bunun resmi ideolojide kökleri vardır. İşin ilginç tarafı İslami cenah içinde de yabancı festival, yerli festivalden alınacak ihya edici para ödülü “başarının sembolü” gibi duruyor. Toplum kendi meşruiyetini kaybetmiş gibi, çünkü aklı bu ülkede “metal yorgunluğunu” değil, tam aksine yenilen haramların ve işlenen herzelerin “günahını” artık yaşamayacağını kulaklarına fısıldıyor. Türkiye bugün için hakikaten feneri olmadan dağlık ve karanlık bir bölgede yolculuk yapıyor gibi: tükenmenin ardında bu var. Sanatın ve sanatçıların tamamı bugün için bir meşruiyet bunalımı yaşıyor, çünkü adına konuştukları toplumu ne yansıtıyor ne de ondan “feed-back” alıyor. Akıl tutulması bugünlerde yerini “ruh üşümesine” bırakmış durumda.