Henüz 12 Eylül Darbesi’nin yapılmadığı, zor bulunduğu için ufacık şeylerin bile kıymetli olduğu -kız çocukları biraz da bu yüzden çikolata paketi jelatinlerini özenle çıkarıp saklardı-, tek kanallı TRT’nin her gün sınırlı bir süre yayın yaptığı o güzelim zamanlarda, sinemada izleme şansı bulamadığımız birçok muhteşem filmi devlet televizyonunun siyah-beyaz ekranı sayesinde seyrederdik

Henüz 12 Eylül Darbesi’nin yapılmadığı, zor bulunduğu için ufacık şeylerin bile kıymetli olduğu -kız çocukları biraz da bu yüzden çikolata paketi jelatinlerini özenle çıkarıp saklardı-, tek kanallı TRT’nin her gün sınırlı bir süre yayın yaptığı o güzelim zamanlarda, sinemada izleme şansı bulamadığımız birçok muhteşem filmi devlet televizyonunun siyah-beyaz ekranı sayesinde seyrederdik. O günlerde filmlerin bitiş jenerikleri sonuna kadar yayımlanırdı, bu sayede hem filmin kadrosu hakkında detaylı bilgiye ulaşır, hem de özellikle bu jenerik için düzenlenmiş müzikleri dinlerdik. Reklam arası diye bir şeyse kimsenin aklına bile gelmiyordu! Ne zaman ki 24 Ocak ekonomik kararları alındı, 12 Eylül Darbesi yapıldı, Türkiye ‘çağ atladı’, TRT renklendi, film ve dizilerin reklamlarla bölünmesi de başladı -kız çocuklarının jelatin biriktirmeyi bıraktığı günlere denk düşer...

BBC’de kamu yayıncılığı eğitimi almış kadroların yönettiği o TRT’de film izlemek benim için en az sinemadaki kadar keyifliydi, ama bir sıkıntım vardı: Tuvalet meselesi... Düşünsenize, Godfather/Baba’yı izliyorsunuz, Don Corleone oğlu Fredo’yla ofisten çıkmış, meyve alıp eve gidecekler. Don Corleone portakal alıyor, sizse kendinizi tutamayacak hale gelmişsiniz, tam zamanıdır! Henüz video furyası patlamamış, ‘filmi bulup yeniden izlemek’ diye bir imkânın bırakın kendisini, düşüncesi bile yok! Gerçi tuvalete gidip gelmek belki en fazla iki dakika sürecek; üç saatlik filmde iki dakika nedir ki, değil mi? Ama film öyle acayip bir şey ki, iki dakikada karakterlerin tüm dünyası, filmin tüm akışı değişebiliyor. Ve siz o sahneyi, hatta bazen sadece bir ‘an’ı kaçırdığınızda anlatının diyalektik akışı kesintiye uğruyor.

Komik gelebilir belki ama, benim gibi birçok insanın sinemaya bakışını biraz da bu tuvalet anlarında kaçırdığımız sahneler belirlemiştir; filmin fotoğraf gibi olmadığını, her bir görüntü parçacığının bir önceki ve bir sonraki ile bağlantısı içinde anlamlı olduğunu fark etmemizi sağlayan ‘kayıp sahneler’... Daha sonra sinema eğitimi, yapısalcı film analizi çalışmaları ve kendi film kurgularım derken, her bir film karesinin anlam oluşturma sürecinde ne kadar önemli olduğunu daha net gördüm. Sinema tarihine geçmiş iyi filmlerin ortak özelliklerinden de biridir bu; ne bir kare eksik, ne bir kare fazla! Bu yüzden, kaçırdığım veya yeniden izlemek istediğim bir filmi bulma ya da bir filmi kare kare durdurarak analiz etme konusunda dijital teknolojinin sunduğu olanaklara kendi adıma çok şey borçluyum.

Bu ‘kayıp sahneler’ meselesinden söz etmemin nedeni RunPee adlı akıllı telefon uygulaması. Hafta içinde keşfettiğim RunPee’nin –ben programa ‘Koş İşe!’ diyorum- misyonu, gösterime çıkan filmlerin hangi dakikalarında tuvalete gidilebileceği konusunda –normal film arası hariç- bilgi vermek... Mesela 20. yıldönümü nedeniyle 5 Eylül’de ABD’de yeniden gösterime giren Forrest Gump’ı izleyeceksiniz diyelim; ‘Koş İşe!’nin yazarlarından Ginger Gardner’a göre 2 saat 22 dakikalık filmde tuvalete koşabileceğiniz dörder dakikalık iki nokta (43. ve 77. dakika) var. Belirlenen ana bir dakika kala sizi titreşimle uyaran ‘Koş İşe!’ye göre bu sahneler filmin akışında çok özel bir anlama sahip değil, bir şey kaybetmiş sayılmazsınız. Yine de merak edecek olursanız, bu dört dakikada neler olduğunu okuyabileceğiniz bir bölüm var (What happens during this Peetime!)

Bu kadarla kalmıyor, ‘Koş İşe!’ bizi jenerikleri sonuna kadar izlemekten de kurtarıyor! Biliyorsunuz filmin bitiş jeneriğine küçük sürprizler saklayan haşarı yönetmenler olabiliyor bazen; ‘Koş İşe!’de “Bitiş jeneriğinden sonra bir şey var mı?” başlıklı bölümde hem jeneriğin süresini hem de ‘ekstra’sı olup olmadığını öğrenebiliyorsunuz.

Durun, daha bitmedi! Diyelim ki o kadar reklama rağmen filmin başını kaçırdınız; üzülmeyin, ‘Koş İşe!’de filmin ilk üç dakikasının sinopsisi de var!

Bu uygulamayı mesela ürolojik sorunu olanlara yönelik iyi niyetli bir girişim olarak tanımlamayı çok isterdim, ama olmuyor, ‘Koş İşe!’nin kendisi buna izin vermiyor. ‘Koş İşe!’ ufak şeylerin önemsiz olduğunu söyleyen bir 24 Ocak programı; çocukların elindeki parlak jelatinlerle dalga geçen fabrikatörün kurt reklamcısı... Çünkü asıl mesele film sırasında tuvalete gitmek ya da gitmemek değil, ‘kayıp sahneler’in önemsizleştirilmesi... Bu benim için o kadar tuhaf, aşırı ve ‘ayıp’ ki, hafta içinde izlediğim The Giver adlı film hakkında önerilen çiş molalarının özellikle ilkini görünce –insanların hiç rüya görmediği, rüyanın ne olduğunu bile bilmediği distopik bir toplumda esas oğlanın ilk ve tek rüyayı gördüğü sahne...- kendimi programla konuşurken buldum: “’Koş İşe!’, haydi git, işe! Geri gelmek için de hiç acele etme; senin bu filmde kaçıracağın hiçbir şey yok...”