Mübarek olsun da, önümüz ardımız ölülerle dolu olunca Kurban Bayramı ve anlamı üzerine düşünmemek mümkün değil...

Kurban bayramınız mübarek olsun.

Mübarek olsun da, önümüz ardımız ölülerle dolu olunca  Kurban Bayramı ve anlamı üzerine düşünmemek mümkün değil. Düşünmenin- hele konu din olunca- bu ülkede sakıncaları epeyce ya, yine de devam edeyim. 

Jose Saramago’nun “Kabil” adlı bir kitabı vardır. Saramago, Kabil’i tek tanrılı dinlerin temel hikayeleri içinde dolaştırırken, temelde, yeryüzündeki kötülük ve işlenen suçlarda Tanrının ya da efendilerin sorumluluğunu anlatmaya çalışıyor. Yaklaşımı da, dili de cesur ve düşündürücü.

Kabil,  bildiğiniz gibi kardeş katili; yine bilindiği gibi insanın kötü tarafını temsil ediyor. Saramago, Kabil’in, kardeş katil oluşunu, Tanrı’ya, ( ya da efendiye) sunduğu ürünlerin beğenilmemesine bağlıyor örneğin. Hayvancılıkla uğraşan Habil’in kızarttığı koyun Tanrıyı memnun ederken, tarımla uğraşan Kabil’in sunduğu başaklar ve tohumlar aynı beğeniyi alamıyor. Bu da da yetmezmiş gibi, Habil de alayları ve küçük görmesiyle kızdırır Kabil’i; sonuçta kardeşini öldürür; hikaye de böyle başlar.

Kitapta Kabil’in tanık olduğu hikayeler arasında kurban hikayesi de var. İbrahim Peygamberin verdiği söz üzerine oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etmek için dağa çıkarması ve son anda bir meleğin getirdiği  koçla oğlunun kurtulması hikayesi.... Burada,  bir babanın Tanrı’ya inancını ve itaatini ispat etmek için çocuğunu, en sevdiğini kurban etmesindeki acımasızlığı tartışır Saramago. İbrahim’in çocuğunu Tanrıdan esirgememesi nedeniyle mükafatlandırılması üzerinde de durur. Çocuklarının ölümünü emreden, emirlerine uymayanlar için türlü cezalar öngören bir tanrıya, efendiye inanmayı sorgulatır oğul İshak’a. Aslında bu sorgulamayla, bugün de devam eden ve evlatların şu devlete, bu inanca, bu davaya kurban edilmesindeki acımasızlığı göstermekte.

Tanrıya olan inancı sorgulamak bana düşmez; ancak insanın Tanrı adına, ya da şu bu inanç, şu bu dava, şu bu ideoloji adına yaptıklarının sorgulanması gerektiği açık. Bunca savaş, bunca kıyım, bunca katliam hep bir şeyler uğruna yapılıyor ama olan hep insana olmakta. Kısacası insanın geçmişten bugüne gelen ve hala hükümranlığını sürdüren efendileri çok ve bu efendiler, bir yandan düzen, istikrar, güven, refah vb. gibi hedefler gösterirken, öte yandan insanı bu davalar uğruna kurban etmekten vazgeçemiyorlar. 

Bu nedenle, Kurban bayramını yaşarken, yalnız koyunların değil, insanların “kurbanlığını” da düşünmek gerekiyor. Şöyle de söylenebilir; çocukların kurtuluşu kutlanıyor bu bayramla ama bu kurtuluş içinde hem efendiye itaat hem de bu uğurda bir şeylerin kurban edileceği fikri sürüp gidiyor. Bugün de öyle! Örneğin kendi çocuğunu olmasa da, başkalarının çocuğunu savaşa, kavgaya, ölüme gönderenlerin yaptıklarının, ya da bu yoldaki kararların adı, anlamı ne olabilir dersiniz?

Ne tarihe ne de uzağa gitmeye gerek var bunu görmek için. Yıllardır yaşadığımız şu Kürt meselesinde bile, ister dağda ister ovada, ister terör nedeniyle kent ortasında ölen ve ölmeye devam eden binlerce evlat var. Kurban bayramlarını kutlayıp, insan yerine koçlar, danalar kurban ederken, bilmem akıllara bunlar geliyor mu? Gelmiyorsa da, insanın kendi “kurbanlığını” kabul ettiğini, asıl meselenin de o olduğunu düşünmemek mümkün mü?
 
Kısacası, bu bayramın, insanın kurban edilmesi gibi bir vahşilikten kurtuluşu simgelediğini düşünmek zor. İnsan sunağa yatırılıp kurban edilmekten kurtulmuş, ama şu veya bu efendi uğruna “kurbanlığından” kurtulamamıştır. Bunu görüp konuşmadıkça da, bayramda kurban kesmenin bir kurtuluşu değil, bir kabulü simgelediğini düşünmek daha doğru. Zaten, bugün de insanın fazla konuşmadan, soru sormadan itaat etmesi, kendisine verilen görevi yerine getirmesi isteniyor. Efendiler için bugün de en iyi insan, “itaatkar ve uysal” olan!
 
Aslında kurban kesmenin, bugünkü işleyişi içinde ne kadar yerine getirildiği gibi bir soru da var.  Yani, dini gereğimi yerine getirdiğini düşünenlerin kaçı gerçekte bu farzın gereğini yerine getirmiş olmakta? Biliyoruz ki, daha varlıklı olanın yoksul yakınları ve komşularına et dağıtması gibi dayanışmacı bir amacı var kurban kesmenin. O günün “yoksulluk” koşullarında, etin çok daha değerli ve zor bulunur olduğu da bir gerçek; bu nedenle kurban etinin değeri de büyük. Oysa özellikle kentlerde gerçek ihtiyaç sahiplerini bulmanın taşıdığı zorluklar ortada; bu nedenle günümüzde kentlerde yaşayanların çoğu kurbanlarını kurumlara bağışlamaktalar. Bunlardan kaçta kaçı et göremeyen yoksulların sofrasına gidiyor; bilemiyoruz. Kısacası, Kuran kursları, camilere, vakıflara bağışlanan bu kurbanlar, acaba İslam’ın öngördüğü toplumsal dayanışmayı ne kadar sağlıyorlar ve farzın gereğini yerine getiriyorlar gibi bir soru var önümüzde.
 
Peki, bunlar konuşuluyor mu? Ne gezer! Dindar kesim yalnızca bayramın nereden geldiğinden, bu dini farzı yerine getirmenin koşullarından söz edip, sevapları sıralıyor; laik kesimse  konuyu görmezden gelmekte. Zaten, kadınların başını örtmesi dışında bir konunun bu toplumda konuşulduğunu düşünmek de zor. Örneğin kimse, “etrafımızda bunca ölüm varken ve bu ölümleri durdurmak öncelikle siyasilerin, sonra bu toplumun işiyken, bu yapılamıyorsa, İslam’ın farzını yerine getirmekle sevap kazanılacağını düşünmek zor” diye bir şey söyleyemiyor. Kimse, “bayramda ateş kes yapmak yetmez, asıl olan savaşı ve insanların ölümünü toptan durdurmak” diyemiyor.

Diyemiyor ya, bu farzı yerine getiren inanç sahiplerine sormak gerek;  her şeyi bilen, gören Tanrı’nın bu konuda da bir terazisi mi yok mudur dersiniz?
 
Ne yazık ki, insanın kurbanlığı devam ederken, buralara gelmek de, buralara gelip bunları sorgulayacak insan bulmak da zor. O yüzden dinin gereğini yerine getirenler getiriyor, buna aldırmayanlar bayram tatillerini yapıyorlar ve hep beraber muhafazakar, dindar ve itaatkar bir toplum olarak susuyoruz.