Barzani ve Irak Kürdistan’ı eski devlet için de yeni devlet için de hep muteber oldu. Kürt sorununu çözmek için kendi ülkesinde yaşayan Kürtlerle ve onların siyasi temsilcileriyle muhatap olmayan Türkiye yönetici sınıfı Barzani’yle ilişkilere her daim özel bir önem atfetti, dahası başta inşaat sektörü olmak üzere Türkiye sermayesi her dönem Irak Kürdistan’ı ile yakın ilişkiler kurdu, orayı bir pazar olarak gördü.

Eski devlet için Barzani, Amerikancılık ortak paydasında buluşulabilecek, soldan uzaklığı hanesine artı olarak yazılan, siyasi ve askeri gücü ile PKK’yi dengeleyici bir unsurdu. Yeni devlet ise bunlara bir de mezhepçiliği ve yeni-Osmanlıcı emperyal hevesleri ekledi. Irak Kürdistan’ını kendisi için bir lebensraum (yaşam alanı) olarak kodladı. Hem “Şii” Irak merkezi hükümetine hem İran’a karşı “Sünni Barzani’yi” desteklerken, bir yandan da “Kürdistan’ın hamiliği” gibi bir role soyundu, diplomatik ilişkiler bunun üzerine kuruldu ve merkezi hükümet bypass edilip Barzani yönetimine “bağımsız devlet” muamelesi yapıldı. Zaman zaman ise Irak Kürdistan’ının Türkiye ile bir tür federasyona gitmesi meselesi dahi gündeme getirildi, yeni-Osmanlıcı hayaller buradan beslendi: Bu birleşmeyle birlikte Türkiye Musul ve Kerkük petrolleri üzerinde söz sahibi olacak, böylece Türkler ve Kürtlerden müteşekkil yeni bir bölge gücü ortaya çıkacaktı.

Bunların dışında Barzani, iktidarın Kürt sorununa “çözüm” arayışının en büyük enstrümanlarından biriydi. “Çözüm süreci” esnasında birlikte Diyarbakır’da miting bile yapıldı, Rojava’daki PYD’nin alternatifi olarak sürekli desteklendi. Kürt sorununu “İslam kardeşliği” ile çözme arayışının bir parçası olarak bir yandan bölgede İslamizasyon politikaları derinleştirilir, cemaat ve tarikatların önü açılırken, öte yandan Türkiyeli Kürt hareketine alternatif olabilecek Barzanici bir hareket yaratılmak istendi ama bölgede Barzaniciliğin güçlü bir siyasi tabanı bulunmadığı için muvaffak olunamadı.

Yani “bağımsızlığa” giden yol sadece ABD’nin ya da İsrail’in desteğinden geçmedi, eski devletin başlattığı süreç yeni devlet döneminde ivme kazandı, sermaye sınıfının ihtiraslarının sürekliliğinde ve devlet aklının Türkiye’nin bir meselesi olan Kürt meselesini Türkiye Kürtleri olmadan çözme arayışının bir neticesi olarak bugünlere gelindi.

Şimdi ise tüm bunlar olmamış, sürecin gerek nesnel gerek öznel mimarlarından biri Türkiye yönetici ve sermaye sınıfı değilmiş gibi, mezhepçilikle ve emperyal hayallerle bugünlere gelinmemiş gibi, Kürt sorunu bu şekilde çözülmeye çalışılmamış gibi üst üste açıklamalar yapılıyor, sınırda tatbikata girişiliyor, Meclis olağanüstü toplanıyor, tezkere çıkartılıyor, askeri müdahaleyi de kapsayan tehditler havada uçuşuyor.

Sosyalistlerin ne teorik ne pratik olarak, ne politik ne etik olarak her devlet inşasını, her bağımsızlık girişimini desteklemek gibi bir zorunluluğu yok, “kitap” öyle yazmadığı gibi tarihsel deneyimler de bunun böyle olmadığını gösteriyor. Ancak sosyalistlerin ırkçılığa, şovenizme, milliyetçiliğe, savaşa karşı durmak gibi açık seçik, tartışılmayacak görevleri var. Referandum üzerinden yükseltilen milliyetçi dalganın, ırkçı dilin, Kürt nefretinin açıkça karşısında durmak, milliyetçiliğin Türk ve Kürt yoksullarını birbirine düşürerek Türkiye’yi bir iç savaşa kadar sürükleyebilecek tutumuyla açıkça mücadele etmek gerekiyor.

Bu ilkesel duruşun dışında, bir de güncel siyaset var. Bugün rejim anayasal statüsüne kavuşacağı bir seçime hazırlanıyor ve bu seçim çok da uzakta değil; tam da bu nedenle bütün siyasi hamlelerini, bütün siyasi hesaplarını bu seçimden zaferle çıkmak üzerine yapıyor. Referanduma yönelik tavrı da bunun üzerinden okumak gerekiyor: İslamcılığın yanına eklenmiş milliyetçilik, Türk-İslam sentezinin güncellenmiş versiyonu, MHP ile BBP’yi ve bir kısım ulusalcıyı da kapsayan yeni Milliyetçi Cephe ve seçime bu cepheyi bozmadan gitme arayışı bu “şahin” tavrın arkasındaki esas nedeni oluşturuyor gibi görünüyor.

Daha önce 7 Haziran seçimlerinin fiilen geçersiz sayılıp 1 Kasım tekrar seçimlerine gidilmesi örneğinde olduğu üzere ve elbette ki bu sefer çok daha derinleştirilmiş bir şekilde, toplumu Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırmanın, siyasi bütün meseleleri bir güvenlik meselesi olarak sunmanın, “iktidarın bekası eşittir ülkenin bekası” algısının güçlendirilmesinin, her türlü muhalefeti vatan hainliğiyle damgalamanın, “liderin, partinin ve devletin etrafında birleşelim” çağrısının bir yöntem olarak benimseneceğini tahmin edebiliyoruz.

Türkiye, OHAL yönetimi altında, anayasanın askıya alındığı, parti-devletinin bütün olanaklarının kullanılacağı, özgür bir medyanın olmadığı, seçimden başka her şeye benzeyecek bir seçime doğru giderken “savaş siyaseti” iktidarın bu seçimdeki stratejisini oluşturacak. İdlib, Afrin, Kerkük’teki olası askeri hamleler iç siyasete tahvil edilecek ve seçimin başarısı bunun üzerinden garanti altına alınmaya çalışılacak.

Trajik olan ise şu ki iktidar bunun işe yarayacağını biliyor: Başta CHP yönetimi olmak üzere, kendisine “muhalif, cumhuriyetçi, Atatürkçü” diyenlerin önemlice bir bölümü bu süreçte milliyetçiliğin ve militarizmin kuyruğuna takılacak, iktidarın “siyaset üstü” ve “milli” diye sunduğu iktidarda kalma stratejisine millilik adına sesini çıkarmayacak, dahası destek verecek.

Peki ya biz? Biz işimizi yapacağız. İslamcılar İslamcılık, milliyetçiler milliyetçilik, ulusalcılar/ulusal hareketler ulusalcılık yaparken sol da ısrarla sınıf diyecek, emekçilerin çıkarları diyecek, sömürü düzeni diyecek, Türk ve Kürt yoksullarının ortak kurtuluşu perspektifini savunacak, emperyalizme karşı duracak, gericilikle mücadele edecek, kendi sözünü söyleyecek. Zor mu? Zor elbette ama zaten ne zaman kolay oldu ki?