Dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Dünya ekonomisinin konumlanışına göz atmakta; ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına almakta yarar var.

Küresel ekonomide büyük ayrışma (mı?)

2007-2008 finansal krizi sonrası Çin-Hindistan gibi “yükselen” ülkelerin kapitalist metropollerdeki durgunluğa rağmen yüksek büyüme tempolarını sürdürebilecekleri öngörüsüyle ayrışma (decoupling) tezi ortaya atılmıştı. Ancak Brezilya ekonomisinin tökezlemesi, Çin ve Hindistan’ın ivme kaybetmesiyle bu kavram rafa kaldırıldı. Küresel ekonomi senkronize bir yavaş büyüme ritmine teslim oldu.

Trump’ın Çin’e açtığı ticaret savaşı; korumacı, söylemleri yer yer faşizme göz kırpan sağ popülist bir başkanın aşırılıkları gibi algılandı. Gelgelelim Biden’ın görevi devralmasıyla ABD-Çin arasındaki çatışma durulmak şöyle dursun ivme kazandı ve ayrışma kavramı yeni bir bağlamda gündeme geldi.


9-10 Aralık tarihlerinde düzenlenecek Demokrasi Zirvesi demokrasi ve insan haklarının tehdit altında olduğu gerekçesiyle, Washington eksenindeki ülkeleri bir araya getirme mesajıyla toplanıyor. Erdoğan’ın davet edilmediği bu zirve Çin’i tecrit etme stratejisinin en önemli adımı kabul edilebilir. Zaten 31 Ekim’deki Erdoğan-Biden görüşmesi sonrası Beyaz Saray’dan yapılan açıklamanın demokratik kurumlar, insan hakları ve kanun hakimiyeti vurgusuyla bitirmesi Türkiye’nin “demokrasi” cephesinde görülmediğinin vesikasıydı.

ABD daha önce Çin’in yükselen ekonomik ve askeri gücüne karşı, Pasifik bölgesinin kontrol amaçlı Japonya, Hindistan ve Avustralya’yı içeren Quad (Dörtlü) inisiyatifini oluşturmuştu. Daha sonra 2021 Eylül’ünde bu kez ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’dan oluşan Aukus Askeri Anlaşması ilan edildi. Bu Pakt Avustralya’yı nükleer yakıtlı denizaltılar ile donatarak Çin’i doğrudan vurma kapasitesi kazanmayı amaçlıyordu. Nitekim Çin makamları tarafından, “Soğuk Savaş zihniyeti ve ideolojik ön yargı” mesajıyla hemen kınandı.

Glasgow’da süren COP26 zirvesinde Biden’ın Xi Jinping’i etkinliğe katılmadığı için eleştirmesi gerginliği iyice tırmandırdı. Haliyle, dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Bu yazıda önce dünya ekonomisinin konumlanışına bir göz atacağız; sonra ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına alacağız. Son olarak yakın dönem senaryosu üzerine kısa bir fikir jimnastiği yapacağız.

Çin Üretimde ABD Finans ve Teknolojide Lider

ABD hala piyasa ölçütleriyle dünyanın 1 numaralı ekonomisi. Ne var ki artık, imalat sanayi liderliği ve dış ticaret hacmi göz önüne alındığında Çin’in gerisinde kalıyor. 2020 yılında ABD’nin mal ticareti yüzde 8.8 gerileyerek 3.84 trilyon dolar olurken, Çin’inki 4.65 trilyon dolara yükseldi.

Buna karşın ABD dünyanın önde gelen finansal, askeri ve teknolojik gücü olmaya devam ediyor. Dünya hizmetler ticaretinde ön sırada yer aldığı gibi, imalat sanayi tedarik zincirinin yenilikçilik, Ar-Ge, tasarım gibi yüksek katma değerli kademelerinde liderliğini koruyor.

Çin ise bir yandan teknolojik atılımını sürdürüp değer zincirinin üst halkalarındaki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da orta ve düşük halklardaki konumuyla dünyanın üretim ve istihdam üssü olmaya devam ediyor.

En bilinen örnek, Apple’ın üretiminin bir kısmını Vietnam’a kaydırsa bile hala birçok yedek parça ve aksesuarı Çin’den tedarik etmek zorunda olması. Bu iş bölümü kabataslak tüm Doğu Asya bölgesi için geçerli. Çin’in üretim zincirinde yer almadığı gelişkin bir örnek bulmak imkansız gibi. O nedenle üretim ve tüketimin tamamen birbirinden kopuk, ayrı bloklarda gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi bir yapıya dönüş gerçekçi görünmüyor.

Ayrıca ekonomisinde giderek iç pazara ağırlık veren Çin bu eğilim sürerse çok geçmeden dünyanın 1 numaralı tüketici ülkesi haline de gelecek. Bu nedenle ABD’nin ne kendi şirketlerini, ne de başta AB müttefiklerini Çin’i dışlayan bir tasarıma ikna etmesi kolay görünmüyor. Buna karşın ABD ticaret temsilcisi Katherine Tai’ın, ABD’nin tedarik zincirinde güçlü ve belirleyici bir konumda olması halinde Çin’e izin verebileceği, yoksa göz kırpmadan ayrışmadan kaçınmayacağı yaklaşımı Washington’un emperyal emellerini ve tepeden bakan ruh halini açıkça ortaya koyuyor.

MSCI Yükselen Ülke endeksinde de Çin’in ağırlığı %40’a kadar çıktı. Yani Çinli şirketlerin performansına bel bağlayan hatırı sayılır bir Batı sermayesi bulunuyor. Aynı endekste Türkiye’nin ağırlığının %2’den %0.27’ye düştüğünü ve bir alt lige (frontier markets) indirme olasılığını hatırlatalım yeri gelmişken.
Çin kademeli olarak azalmakla birlikte aynı zamanda 1047 milyar dolar ABD hazine kağıdını rezervlerinde tutuyor. Özetle ABD ile Çin arasında her iki ülkeyi de kırılgan hale getiren bir dehşet dengesi var. O nedenle Büyük Ayrışma senaryosunun gerçekleşmesinin karşılıklı devasa maliyetleri olur.

Japonya’da Yeni Kapitalizm

Tüm dünyada kapitalist küreselleşmenin çok ciddi gelir ve servet dağılımı uçurumları yarattığı herkesin malumu. Bütün ülkelerde, pandemi ortamında da düşük faiz ve bol likidite ortamının etkisiyle yükselen borsalarda servetine servet katan, durduğu yerde gayrimenkullerinin de değeri sıçrama gösteren, teknolojisinin sunduğu olanaklarla evinden işini yürütmeye devam eden ayrıcalıklı bir azınlık var. Öte yandan nüfusun büyük çoğunluğu eğitim ve sağlık olanaklarından yoksun kalmış, geliri giderek gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, morali dip yapmış durumda. O nedenle hemen her ülkede toplumsal huzursuzluğu teskin edici, pansuman niteliğinde adımlar atılmaya çalışılıyor.

Xi Jinping’in başlattığı ''ortak refah'' programı bu eğilimin Çin’deki yansıması. Bir yandan başta Alibaba, Tencent gibi servetleri çok göze batan teknoloji şirketleri hizaya getirilmeye çalışılırken; bir yandan da taksi şoförü, ülke içi göçmen işçiler, yemek dağıtım çalışanı gibi kent yoksullarının ağzına bir parmak bal çalma gayreti sürüyor. Xi Jinping bu manevradan mutlak bir eşitlikçilik beklenmemesi gerektiğini söylerken, vergi politikaları ve yeniden bölüşüm programlarıyla servet adaletsizliğinin törpüleneceğini vaat ediyor. 2022’deki Çin Komünist Partisi kongresinden önce somut adımlar atarak görev süresinin 3. döneme uzatılmasını bekliyor.

Biden da, Trump’ın yükselen desteğine karşı ortalama Amerikalıyı mutlu edecek hamleler yapma gereğinin farkında. 15 dolar saatlik asgari ücret vaadini Kongre’den onay alamadığı için henüz hayata uygulamaya koyamamış durumda. 1 trilyon dolarlık altyapı yatırım bütçesini de bin bir güçlükle geçen hafta Temsilciler Meclisi’nden geçirdi. Hemen arkasından 1.75 trilyon dolarlık sosyal harcama paketinin arkasında olduğunu tekrarladı.

Japonya’da da geçtiğimiz hafta büyük bir seçim başarısı kazanan Fumio Kishida, “yeni kapitalizm” diye adlandırdığı bir kurguyla ekonomiyi canlandırma sözü ile halktan destek aldı. En azından sözde neoliberalizmi reddeden, eşitsizlikleri azaltan, küçük işletmelere sahip çıkan Kishida zengini daha zengin yapan Abenomics diye adlandırılan önceki başbakan Shinzo Abe anlayışına son vereceğini ilan etti.

***

Ayrışma da çözüm değil

Tüm bu gelişmeler dörtnala bir finansallaşma eşliğinde yoluna devam eden kapitalist küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını yitirdiğini, geniş halk kitleleri nezdinde inandırıcılığını kaybettiğini kanıtlıyor. Büyük Ayrışma tartışmaları işte böyle bir ideolojik arka planda yürütülmek zorunda.

Çok gerilere gitmeye gerek yok, küresel elitlerin genel kurulu 2017 Davos toplantısında Xi Jinping küreselleşmenin ve liberal ekonomik düzenin baş savunucu olarak ortaya çıkmıştı. Şimdi acaba ABD’nin Çin’i tecrit planı restini görüyor, hodri meydan bakalım kim bu işten zararlı çıkacak diye, meydan mı okuyor? Yoksa fırsatı ganimet bilen Xi böylelikle ülkesini daha kolay zapturapt altına alabilecek, Çinlilerin çok duyarlı olduğu “dış saldırı argümanını” da daha etkili kullanabilecek bir imkanı mı değerlendiriyor? İkili dolaşım (dual circulation) adı verilen iç tüketime öncelik veren, dış ticaret ve yatırımları da ihmal etmeyen stratejiye de böylelikle hız kazandırabileceğini mi düşünüyor? gibi sorular akla geliyor.

Geçtiğimiz hafta Xi, Şahghay’da toplanan bir ticaret fuarına online katılarak, “Ekonomik küreselleşme trendinin öncü ülkesi olmaya devam etmeliyiz ve tek taraflılığı ve korumacılığı reddeden ülkeleri desteklemeliyiz” mesajı verdi. Transpasifik Ortaklık adı verilen Serbest Ticaret Anlaşması’na katılma isteğini de yeniledi.

Açıkçası, ABD ve Çin arasında satranca benzer, iyi düşünülmüş hamlelerin yapıldığı bir strateji savaşına doğru sürüklendiğimiz izlenimi uyanıyor. Çin’in de 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılarak bir parçası olduğu kapitalist küreselleşme insanlığa mutluluk getirmediği gibi eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştirdi; ırkçı, reaksiyoner sağ akımların güç kazanmasına yol açtı. Büyük Ayrışma senaryosu da geniş kitlelere daha parlak bir gelecek vaad etmiyor.
Böyle bölünmüş bir dünya yerine insanlığın kaderini ortak gören, enternasyonalist, büyük güç ve tahakküm ilişkilerini reddeden, emekten, doğa insan uyumundan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir dünya özlemini canlı tutmak sorumluluğu hala dünya halklarının önünde duruyor.