ABD’nin bu kez rakibi, büyük ölçüde kapitalist, öte yandan devlet sosyalizminin belli pratiklerini sürdüren Çin ekonomisi. Bu özelliğiyle de, Birinci Dünya Savaşı arifesindeki gerginliğe benzer bir durum söz konusu

Küresel ticaret savaşları

Ekonominin “patronu” Berat Albayrak, Arjantin’deki G20 maliye bakanları toplantısıyla “küresel podyuma” adım attı. Türkiye her ne kadar ABD’nin çeliğe yüzde 25 ve alüminyuma yüzde 10 gümrük vergisi koymasına AB ile birlikte misilleme uyguladıysa da, tartışmalarda “küresel ekonominin bu yükselen gücü” pek öne çıkmadı. Çünkü tüm iddialı sözlere karşın, ülkemiz dünya ihracatının sadece yüzde 0.94’ünü, yani yüzde 1’den azını gerçekleştiriyor!

Zaten Buenos Aires toplantısında, geçen ay Trump’ın katıldığı G7 zirvesi ölçüsünde bir fiyasko yaşanmadıysa da, kayda değer bir ilerleme de sağlanamadı. Trump’ın gündelik salvoları hâlâ küresel ekonomiyi sarsmaya devam ediyor, “ticaret savaşları” tartışmaların ana gündemini oluşturuyor.

Sonuç bildirgesinde, IMF’nin G20 toplantısına hazırlık için güncellediği Dünya Ekonomik Görünüm raporu çerçevesinde kaygılar dile getirildi. Küresel ekonominin “sağlam” bir büyüme sergilemesine karşın “senkronizasyonunun” bozulduğuna dikkat çekilerek; “artan finansal kırılganlıklara, yükselen ticari ve jeopolitik gerginliklere, küresel dengesizliklere, eşitsizliğe ve özellikle gelişmiş ülkelerde gözlenen yapısal anlamda zayıf büyümeye” dikkat çekildi.

Büyük resim

Ticaret savaşları gündemine ilişkin gündelik tartışmalardan biraz sıyrılıp, yaygın ifadeyle “büyük resme” bakarsak, küresel hegemonya mücadelesinin muharebe alanında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ufkumuzu Donald Trump’ın çılgın tweetleriyle daraltmadığmız takdirde, küresel hegemonya mücadelesinin dış ticaretteki yansımasıyla karşı karşıya bulunduğumuzu fark edebiliriz.

Hatırlanırsa, Japonya’nın artan ekonomik gücü karşısında 70’lerden başlayarak ABD panik yaşamış, özellikle Japon otomotiv endüstrisine karşı milliyetçi bir tepki yükselmişti. 80’lerin sonunda Japonya ekonomisinin derin bir durgunluğa girmesiyle bu tartışma biraz küllenmişti.

90’lar ise, ABD ile AB arasında ticaret gerilimlerine sahne oldu. Ne var ki müzakereler daha çok Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) zeminlerinde yoğunlaştığı için teknik bir tartışmanın ötesine geçemedi.

Çin’in 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesi, kapitalist küreselleşmenin yeni coğrafyalara yayılması, kapitalist olmayan piyasalara da nüfuz etmesi için bir fırsat olarak algılandı. Zaman içerisinde Çin sadece düşük ücretler sayesinde tüketilen mallarında boy gösteren “ikincil bir güçten”; “ABD, AB, Japonya’nın” oluşturduğu “kolektif emperyalizmi” farklı cephelerde tehdit eden küresel bir rakip haline gelince, işin rengi değişti.

2017 Aralığında Trump’ın “Ulusal Güvenlik Stratejisinin” Çin ve Rusya’yı “küresel rakipler” diye nitelemesi, işin ciddiyet kazandığının en büyük kanıtı. “Ticaret Savaşları” kapsamında Trump’ın Kanada’dan, AB’ye; Japonya’dan, Meksika’ya tüm müttefiklerini hedef alması ise, basit değerlendirmelerin yetersiz kalacağını gösteriyor.

David Kotz’un analizi

İsterseniz bu noktada, David Kotz’un Jacobinmag.com sitesinde yayımlanan “Ticaret Savaşlarının Arkasında Ne Var?” makalesine göz atalım.

Kotz’a göre, Trump’ın AB, Kanada ve Meksika’ya karşı hamleleri, sağ milliyetçi politikalarından besleniyor. Bu anlayış dış ticareti “sıfır toplamlı” bir ilişki olarak tanımlıyor. Böyle bir yaklaşım, ABD’nin uzun süredir egemen olduğu, “serbest ticarete” dayalı küresel düzen tasarımına da ters düşüyor. Hem liberaller hem de muhafazakarlar küresel sermayenin; düşük ücretler, düşük vergiler, gevşek çevresel düzenlemeler peşinde dünyayı arşınladığı sistemin herkesin yararına olacağını savunagelmişlerdi. İstatistikler, ticaret sisteminin ABD’nin aleyhine çalışmadığını, aksine Kanada ve AB’de gümrük vergilerinin daha düşük düzeyde bulunduğunu gösteriyor. Kotz böyle bir çatışmadan kimsenin karlı çıkmasının olanaklı olmadığını düşünüyor.

ABD-Çin çatışmasına gelince, iş daha ciddi görünüyor. Bir yandan ABD şirketleri büyük bir pazar olan Çin’de ciddi kârlar elde edebiliyorlar. 2017’de Apple’ın satışlarının yüzde 20’si, Intel’in yüzde 23’ü, Qualcomm ise yüzde 65’i Çin pazarında gerçekleşmiş. Öte yandan Çin yüksek teknolojili sektörlerde ABD’yi ciddi bir şekilde tehdit ediyor. Bu sadece ekonomik değil, askeri boyutlarıyla da Washington’da endişe yaratıyor.

ABD’nin zaman zaman Almanya, Finlandiya gibi göreceli küçük ülkelerin ekonomik hamlelerini görmezden gelebileceğini söylüyor. Ancak iş Çin’e gelince, “gelişmiş ülke” statüsüne yükselme yolunda, güçlü kurumsal yapılara sahip “meydan okuyan” bir güç olarak durdurulması gerekir.

Burada Soğuk Savaş’taki gibi iki farklı sistem, “kapitalizm ve devlet sosyalizmi” arasında bir çatışma söz konusu değil. ABD’nin bu kez rakibi, büyük ölçüde kapitalist, öte yandan devlet sosyalizminin belli pratiklerini sürdüren bir ekonomi. Bu özelliğiyle de, Birinci Dünya Savaşı arifesinde, önde gelen kapitalist devletler arasındaki gerginliğe benzer bir durum söz konusu.

Amerikalı sosyalist düşünüre göre, kısa vadede artan küresel gerilimlerin müzakere ve uzlaşmayla çözümü için gayret göstermeliyiz. Uzun vadede ise, zengin bir azınlığın kâr etmesi yerine insani ihtiyaçların karşılanmasını temel alan, yeni teknolojilerin bedelsiz herkesin kullanımına açık olduğu, bir ulusun ekonomik ilerlemesinin diğer uluslara bir tehdit gibi algılanmadığı, küresel ekonomide işbirliğinin rekabetin yerini aldığı bir sosyalist gelecek için mücadele etmeliyiz.

İsterseniz, yazıyı “doğru söze ne denir!” diyerek sonlandıralım.