Hegemonya düzeni ve ekonomik model dağılırken, kitlelerin yeniden aktif olarak siyasi katılarak gelişmeleri belirlemeye başlaması, Dickens’in, “zamanların en iyisiydi zamanların en kötüsüydü” satırları akla geliyor

Küreselleşmeden sonra kaos

ERGİN YILDIZOĞLU

Son haftaların, ticaret savaşları, ticaret anlaşmaları, Trump ile Putin’in Helsinki zirvesinin tetiklediği suçlamaları izlerken, aklıma aynı anda W.B Yeats’in, “İkinci Geliş” şiiri, C. Dickens’in İki Şehrin Hikayesi romanının açılış satırları ve Mao’nun “Gök kubbenin altında kaos egemen. Koşullar mükemmel” sözleri geldi.

Merkez ve anarşi

W.B. Yeats’in, Britanya hegemonyası tükendikten, I. Dünya Savaşı felaketi yaşandıktan sonra, küreselleşmenin çöküş aşamasında ortaya çıkan kargaşayı yansıtan ‘ikinci geliş” şiiri (1920), bugünkü durumu da çok korkutucu biçimde ifade ediyor:

“Uçarken çizdiği çember büyüdükçe / Şahin duyamaz oluyor şahincisini;/Şeyler dağılıyor, merkez çöküyor;/ Anarşi gittikçe artarak geliyor üzerimize/ Her yerde kanlı bir dalga yükseliyor, / Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;/ İyiler inançtan yoksun. Oysa kötüler / Yoğun bir tutkuyla dolu.”

Yapısal krizi içinde uluslararası finans-kapitalin dünya ekonomisinde yeni yatırım alanları arama telaşı içinde serbestçe genişleyen devreleri, sonunda neoliberal küreselleşmenin içinde, ABD’nin ulusal güvenlik sınırlarına dayandı.

Gelinen noktada, Neo-liberal küreselleşme “düzeninin”, mimarı, merkezi, koruyucusu, ABD’de, Devlet Başkanı Trump başta olmak üzere, askeri-sınai-istihbarat-kompleksinin temsilcileri, seçmenin önemli bir kesimi neoliberal küreselleşmenin artık ABD’nin ulusal çıkarlarına yönelik bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorlar. Neo-liberal küreselleşmenin bir prototipi olan Avrupa Birliği ülkelerinde de, küreselleşmeye tepkiler yükseliyor.

Trump yönetiminin politikaları, dış ticarette, yalnızca Çin ve Rusya’yı değil, küreselleşme sürecinde ABD’nin en yakın destekçisi olan Avrupa Birliği ülkelerini de hedef alıyor. Trump yönetimi, AB’ üyesi ülkelerde yabancı düşmanı, aşırı sağcı partileri, akımları destekleme, NATO’yu zayıflatma çabalarında, sık sık Rusya ile buluşuyor. Bunlar da, ABD merkezli, serbest ticarete dayalı ekonomik ve liberal demokrasiye, NATO’ya dayalı güvenlik mimarisinin çökmekte olduğunu gösteriyor.

Küreselleşmeyi ulusal güvenlik riski olarak gören yaklaşımlar, Financial Times’dan Rana Foroohar’in aktardığına göre, Haziran sonunda ABD’de Ulusal Savunma Üniversitesi’nde düzenlenen bir toplantıda dile getirilmiş. Toplantıda çok sayıda uzman, askeri ve sivil liderler, iş çevrelerinin temsilcileri bu konuyu konuşurken II. Dünya Savaşı sonrası düzenin artık bozulduğunu, Çin’in yalnızca ekonomik değil askeri, teknolojik alanlarda da yükselişini, bu koşullarda, ABD’nin sanayi ve savunma yapılanmasını güçlendirmesi, “bir sanayi politikası” geliştirmesi gerektiğini vurgulamışlar. “Sanayi politikası” talebi, Amerikan devletinin de, Çin ve Rusya gibi ekonomiye, kaynak dağılımına müdahale ederek, süreçleri doğrudan şekillendirmesi anlamına geldiğinden, küreselleşme ve “serbestlik” (devletin ekonomiden çekilmesi) düşüncelerinin artık geride kaldığını düşündürüyor.

Toplantıda, ABD ile Çin ekonomileri arasındaki sınai, mali entegrasyonun, özellikle tedarik zincirleri üzerinden getirdiği tehlikelere ilişkin kaygılar bolca dile getirilmiş. Toplantıya katılanlar, ABD sanayisinde, yalnızca ticaret savaşlarına değil, gerçek savaşlara da dayanabilecek bir tedarik zinciri yapılanması gerektiğini vurgulamışlar. Tartışmalardaki genel hava, şirketlerin küreselleşmiş yapılanmalarında “laissez faire döneminin” bittiği yönündeymiş. Foroohar, “Çok uluslu şirketler tedarik zincirlerini zaten kısaltmaya başlamışlardı” diyor ve ekliyor, “eğer ABD’deki askeri sınai kompleksin istedikleri olursa, bu tedarik zincirleri eve yakın noktalara taşınarak daha da kısalacak”.

Diğer bir deyişle, ABD hegemonyası altında kurulan uluslararası ekonomik düzen, bu düzenin krizini 1980’lerden 2007’ye kadar yönetmeye olanak veren neoliberal küreselleşme artık çözülüyor. Dünya ekonominde ve siyasi düzeninde, dağılmanın ütesinde yeni bir düzen önerisi de olmadığından, Yeates’in şiirindeki gibi, merkez çökerken, anarşi gündeme oturuyor.

“Önce Amerika” Yalnız Amerika

16 Temmuz Pazartesi Helsinki’de gerçekleşen Trump-Putin zirvesinin ardından yapılan basın toplantısında bir gazeteci Trump’a sordu “Kime güveniyorsunuz?”. Cevap olarak Trump’ın, ABD güvenlik yapılanması tarafından rakip, hatta düşman ülke olarak tanımlanan Rusya’nın liderinin önünde, kendi istihbarat örgütlerinden daha çok Putin’e güvendiğini ima eden açıklaması ABD’de, genel olarak Batı’da büyük sarsıntı yarattı. Washington Post, New York Times, Politico, Wall Street Journal gibi yayınların yorumları, CİA eski başkanı, Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen liderleri tepkilerini, “Utanç verici”, “haince”, “Putin’in kuklası” gibi sert sözlerle ifade ettiler. Trump yönetiminden, adını vermek istemeyen bir üst düzey görevli, “Trump inanılmaz derecede zayıf göründü. Putin ise bir şampiyon gibi duruyordu” diyormuş.

Putin ve Rusya açısından bir zafer, Batı’nın “lideri” olarak, ABD açısından tam bir fiyasko olan bu durum yalnızca Trump’ın yetersizliğinden, belki de Putin’e olan bir borcundan kaynaklanmıyor. Bu fiyasko, gelişmekte olan “herkes herkese karşı” kaosunun bir semptomu...

Örneğin, Trump Helsinki zirvesindeyken, bir gün önce Almanya’ ile birlikte, ekonomik düşman ilan ettiği AB’nin Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Junker, Çin Başbakanı Li Keqiang ile buluşuyordu. Bu toplantıda AB ve Çin, ABD’nin korumacı politikalarına karşı, küreselleşmeyi, serbest ticareti savunmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Buna karşılık AB temsilcisi, Çin’in “Tek kuşak tek yok” projesinin, açıkça onaylamasa, bile önemini vurguladı.

Her ne kadar ABD kaynaklı korumacılığa karşı ortak bir cephe gibi görünse de, AB ile Çin arasındaki ekonomik ilişkiler önemli sorunları da içeriyor. Birincisi AB yönetimi Çin şirketlerinin AB ekonomisine, özellikle de AB’in çevre ülkelerine, borçlandırma, yatırım ve şirket edinimleri yoluyla nüfuz etmekte olmasından kaygılanıyor. Çin’in getirdiği kaynaklar, kurduğu bağımlılık ilişkileri, AB merkezinin kendi çevresi üzerindeki siyasi, ekonomik iktidarını zayıflatıyor. İkinci konu da “Tek kuşak Tek yol” projesi. Her ne kadar ortak deklarasyonda önemini vurgulamış olsa da, AB bu projenin Çin’in etki alanını arttıran esas olarak ona çalışacak bir mekan düzenleme projesi olduğunun ayırdında.

Çin’le yapılan zirvenin ertesi günü, AB temsilcileri, “tarihin en büyük serbest ticaret anlaşmasını” imzalamak üzere Japonya’daydılar. Bu kapsamlı anlaşmanın ardından taraflar korumacılığa karşı serbest ticareti savunmaya devam edeceklerini açıkladılar.

Geçen hafta gazeteler, Almanya ve Fransa’nın ABD’nin korumacı önlemlerine karşı ortak tavır geliştirmenin yolarını aramak için bir komisyon kurduğunu aktarıyordu. Çarşamba günü, AB yönetimi, ABD’nin teknoloji sektörünün Amiral gemilerinden Google’a, tekelci politikalar izlediği gerekçesiyle, 5.1 milyar dolar ceza kesti.

AB, Trump’ın korumacı politikalarına karşı Çin ve Japonya ile birlikte davranmaya çalışırken aynı zamanda Latin Amerika ülkelerinin serbest ticaret anlaşması Mercosur’e girebilmek için çalışıyor; geçen yıl Kanada ile bir serbest ticaret anlaşması imzalamıştı.

Birbiriyle çelişkisi olan güçlerin, ABD’nin ekonomik politikalarına karşı ortak bir cephe oluşturma çabaları, Trump yönetiminin “önce ABD” politikasının geri teptiğini gösteriyor. “Önce Amerika” politikasından kaynaklanan, korumacılık önlemleri ABD ile geleneksel ittifakları arasındaki bağları zayıflatıyor; ABD’yi en büyük desteğinden yoksun bırakarak yalnızlaştırıyor.

“Önce ABD” politikasının bir diğer ürünü de kendini Trump’ın, NATO ve AB’yi siyasi olarak zayıflatma hatta parçalama çabaları olarak karşımıza çıkıyor. Trump bir taraftan, sürekli olumsuzluklarını, ABD’ye getirdiği mali yükü vurgulayarak, NATO anlaşmasının V. Maddesine (bir NATO üyesine saldırılırsa, NATO tümüyle cevap verecektir) uymayabileceğini, NATO’nun bir Soğuk Savaş yapıntısı olarak şimdi anlamını yitirdiğini ima ederek, NATO’yu zayıflatıyor.

Büyük güçler arası denge düzenine doğru

Helsinki fiyaskosundan sonra, ABD’de bir neo-con, öbür demokrat iki önde gelen dış politika uzmanının yorumları “Trump ve Putin dünya düzenini yıkıyor” noktasında birleşiyordu.

Brooking Inst. Kagan (neo-con), “ABD ve Rusya değil ama Trump ve Putin müttefik”, başlıklı yorumunda, her iki liderin, “ABD’nin yetmiş yıl önce kurduğu liberal dünya düzenine” karşı olduklarını, liberal düzene kaşı güçleri destekleyerek yıkmaya çalıştıklarını savunuyordu. “Yeni Amerika” isimli düşünce kuruluşunun başkanı, Anne-Marie Slaughter’in (demokrat), bir anlamda Kagan’ın yorumunu tamamlayan makalesine “Trump ve Putin yeni bir düzen kurmak istiyor” başlığını koymuştu.

Slaughter, “Bu açıdan bakınca, Rusya’da Putin’in, ABD’de Trump’ın destekçileri ideolojik müttefiktirler. Birlikte Avrupa çapında kendi çizgilerinde partilerin iktidara gelmesi için çabalıyorlar, İsrail’de Netanyahu’dan, Filipinlerde Rodrigo Duterte’ye kadar benzer değerleri paylaşan sağ popülist liderleri destekliyorlar” diyor ve ekliyor “Özgür basını, hukuk düzenini sevmiyorlar, kendilerine sadık yargıçlar hakimler istiyorlar. Geleneksel milliyetçilik ve etnik saflık ilkeleri üzerinden yönetmek istiyorlar”... “Uluslararası veya uluslar üstü kurumları yıkmak, çok kutuplu “Büyük Güçler” düzenine geri dönmek istiyorlar.

Prof Klare de, son yazısında, dünyanın küreselleşme ve ABD hegemonyasını geride bırakarak, Orwell’in 1984 başlıklı yapıtında betimlenen üç bloklu düzene doğru evrildiğini ileri sürüyordu. Gerçekten de gerek Trump’ın benimsediği politikalar, gerekse Ulusal Savunma Üniversitesi’ndeki toplantıda ileri sürülen düşünceler, ABD egemen sınıflarının, askeri sınai kompleks olarak tanımlanan kesiminin, bu gerileme karşısında yeni bir düzen öneremedikleri için içe kapanmaya, ulusal güvenliğini, büyük bir askeri sınai yapıntının (militarizmin) arkasına sığınarak sağlamaya çalışmalarının sonucu.

Var olan hegemonya düzeni ve ekonomik model dağılırken, kitlelerin yeniden aktif olarak siyasi katılarak gelişmeleri belirlemeye başlaması, Dickens’in, “zamanların en iyisiydi zamanların en kötüsüydü” satırları akla geliyor.

“Zamanların en iyisindeyiz” çünkü tarih, yönü belirsiz bir yeniden yapılanma dönemine girdi. Kısacası Mao’nun “kaos var koşullar mükemmel” deyimindeki gibi, bu dönem zamanları en iyisidir çünkü insan eyleminin değiştirici gücü artar yeni olasılıklar gündeme gelebilir.

Diğer taraftan, bu dönem zamanları en kötüsüdür. Dünya düzeni büyük güçler arası güç dengeleri ortamına doğru evrildikçe, büyük güçler arasında bir silahlanma yarışı, ticaret savaşları, bloklaşma eğilimleri güçlendikçe, kitlelerin dönemin egemen güçlerine olan tepkisini, sağcı faşist politikalar yönlendirmeye başladıkça, büyük güçler arasında savaş çıkma, faşist rejimlerin sayısının artma, ilerici güçlerin büyük baskı altında kalma olasılığı da artıyor. Yeates’in şiirindeki gibi;

“İyiler inançtan yoksun. Oysa kötüler / Yoğun bir tutkuyla dolu” olarak kalmaya devam ettikçe bu olasılık güçlenmeye devam edecek gibi görünüyor.