İşte burada anılar büyük bir kurtarıcı gibi belleğimizin derinliklerinden usul usul ortaya çıkmaya başlar; yazdıkça güzelleştiklerini, güzelleştikçe bizi de kendi kolları arasına aldıklarını hissederiz. Kenti yeniden kurdukça, geçmişte hiç böyle olmamış bir denizin kıyısında anılardan sızan mutlulukla gözlerimizi kapatırız; artık kentin şimdiki haline hiç bakmamak daha iyi olacaktır.

Kurmaca ile gerçeğin dansı

Stefan Zweig büyük bir Balzac tutkunuydu. 30 yıl boyunca onu yazmak için çabalamış, o müthiş eserin basılı halini görmeden de dünyayı terk etmişti. Zweig’ın dünyayı terk etmeye karar vermesi nazi zulmü karşısında büyük bir mutsuzluğun, çaresizliğin hikâyesidir. Ama anlatımızı Balzac’la sürdürelim; Balzac demek kuşkusuz yeterli değil, Honore de Balzac diyeceğiz. Balzac’ın hiçbir belgeye dayanmayan asalet ünvanı düşkünlüğüne hak verir Zweig; “Ne yazık ki bizim samimiyetsiz dünyamızda, yazarların o muhteşem canlılık ve güzellikteki efsanelerine karşı kupkuru gerçeklerle dolu belgelerle yüklü, sorgulayan bir düşmanlık hakimdir.” Balzac “de” asalet işaretinden vazgeçmeyecek ve resmi makamlara değil ama okurlarına kabul ettirecektir. Balzac artık Honore de Balzac’tır. Bu zaferi Zweig şöyle tescil eder: “Sonradan yapılan tüm düzeltmelere karşın, kurmaca olan her zaman tarihe üstün gelecektir.” (Balzac, Can Yayınları, sf.32)

Konuyu kısa bir süre için Balzac bağlamından çıkarıp cümlenin sonundaki hükme odaklanalım. “Kurmaca olan her zaman tarihe üstün gelir” mi? İnsanların özellikle de kendi yaşamlarında önemli ve büyük işler yaptıklarına inananların, örneğin politikacıların anıları bu saptamayı doğrular gibidir. Kimi zaman yaşananla yaşanmak istenen birbirine karışır; anılar hafızanın unutma yeteneğinden yararlanır, güzellemeler insanın kendine duyduğu iflah olmaz hayranlık duygusu baskın çıkar, hayal gerçeğe dönüşür, kurmaca kendi kişisel tarihimize egemen olur.

KURMACANIN EGEMENLİĞİ

Aslında çok da kınanması gerekmez bu insan halinin; kimi zaman hayatımızdaki çelişkiler, gerçekle hayal birbirini besler. Büyük bir hayranlık duyarak okuduğumuz Balzac’ın yaşamı böyle bir çelişkinin tanığı gibidir. Politikaya atılmaya karar veren Balzac monarşiyi yıkan cumhuriyeti kuran 1848 devrimi ile hayal kırıklığına uğrar; inançlı bir monarşist olan yazarın Kurucu Meclis’e adaylığı hiç kimseden destek görmez. Ama çelişki nerede? Romanlarında toplumsal değişimleri gören, ustalıkla tasvir eden, savunan Balzac, siyasi düşünceleri bakımından iflah olmaz bir monarşisttir. Onun savruk yaşamının aynası kurgusudur ama gerçeğin karşısında tuz buz olur.

Kurmaca olanın her zaman tarihe üstün geleceği düşüncesi kolaylıkla kabul edilebilecek bir iddia değildir; ama ne yazık ki önemli bir gerçekliği de ifade eder. Resmi tarihler kurmaca olanın üstünlüğünün kanıtı gibidir. Kendi bireysel küçük tarihçelerimizde de benzer bir olguya tanık oluruz. Proust güzel anlatır: “İnsanın sözlerinin ve hareketlerinin başkalarına hangi ölçüde göründüğünü tam olarak hesaplayabilmesi zordur; kendi önemimizi gözümüzde büyütmek korkusuyla, başkalarının doğumdan ölüme anılarını yaymak zorunda olduğu alanı büyütüp dev boyutlara getiririz.” (Kayıp Zamanın İzinde/ Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, YKY, sf.48) Bu yalnızca sevip saydığımız, anılarını abarttığımız kişiler için değil ama kendimizi bir aynada başkası olarak gördüğümüz, resmettiğimiz zamanlarda da böyledir. Kendimizi abartmama kaygısıyla yola çıksak da başkalarını büyüttüğümüz, anılarımızda büyük bölümler ayırdığımızda kendimizi de farkına varmadan gizli bir sevinçle o övgüye ortak ederiz.

O nedenle gerçeğin hafızanın oyununa gelmeden belgelenmesinde yarar vardır. Bu da ancak belgeyi bile kuşkuyla karşılamakla mümkündür. Zweig’ın dediği gibi “Yazarların o muhteşem canlılık ve güzellikteki efsanelerine karşı kupkuru gerçeklerle dolu belgelerle yüklü, sorgulayan bir düşmanlığına” (Balzac, sf.32) yüz vermemek de gereklidir. Muhtemel itirazları göğüslemeyi göze alarak söyleyeyim ki edebiyatın bir görevi de budur. Ama kolay mı? Belleğimizin anılardan vazgeçmeyen, onları sürekli güzelleştirerek yenileyen mahareti sayesinde büyük bir umutla o eski kentimize, hani Kavafis’in sözünü ettiği kente döndüğümüzde “İçinde barındırması mümkün olmadığı halde artık isminden koparıp atamadığımız bir ruhu aramaya gideriz.” (Kayıp Zamanın İzinde/Guermantes Tarafı, sf.10) Ama nerede o kent? Yoktur, zamanın dişlileri arasında yitip gitmiştir.

ANILARDIR ADAM EDEN ADAMI

Analardan özür dileyerek bir harf değişikliği ile ya da adamı insanla değiştirerek anılarımıza dönmek istiyorum. Döndüğümüz kentte o eski ruhu bulamayacağız ama elimize kalemi alıp yazmaya başladığımızda o eski zamanların, kentin eski halinin, ruhunun kokusunu duymaya başlarız. O zaman kenti sarmış olan çirkin yapılar, kenti bela gibi kaplamış “dud-ı muannid”i görmezden gelmeyi deneriz. İşte anılar burada büyük bir kurtarıcı gibi belleğimizin derinliklerinden usul usul ortaya çıkmaya başlar; yazdıkça güzelleştiklerini, güzelleştikçe bizi de kendi kolları arasına aldıklarını hissederiz. Kenti yeniden kurdukça, geçmişte hiç böyle olmamış bir denizin kıyısında anılardan sızan mutlulukla gözlerimizi kapatırız; artık kentin şimdiki haline hiç bakmamak daha iyi olacaktır. Ama gerçek çoğu zaman acımasız ve çirkindir. Başımızı kaldırdığımızda kurguladığımız anılar değil, gerçekler üstümüze hücum eder.

Yine de ne kadar dayanılmaz olursa olsun kurmaca ile gerçek arasındaki kavgada gerçekleri tercih etmek gerekir. Edebiyatın gerçekleri anlatma yeteneğine güvenmek en iyisidir. Bu gerçek- kurgu çatışmasını yazmaya çalışırken arkadaşlarımızın birbiri peşi sıra yayınladıkları anılarını okudum. Haklarını yemek istemem ama belleklerinin anıları güzelleştirdiğini, kurguya daha çok ağırlık verdiklerini görünce bu durumun hem kaçınılmaz ve insani olduğunu ama kurgunun tarihe egemen olmasına izin vermemek gerektiğini düşündüm. Belki artık anılar yerine eskimiş, yinelenmemesi gereken zamanları anlatan belgelerin kuruluğuna teslim olmayan edebiyata ağırlık vermek daha doğru olacaktır. Kurgu ile gerçek arasındaki ilişki sıradan basit bir ilişki değildir, kurgu aynı zamanda olanı anlatamasa da olması ya da olmaması gerekeni anlatmayı dener.

***

Savaş da öyledir. Değişik nedenlerle çoğunlukla çıkar olarak tanıtılan nedenlerle kurgulanır; ama kısa bir süre sonra acı bir gerçeğe dönüşür. Deliliktir aslında. Roterdamlı Erasmus’un dediği gibi “Neden çıktıkları çoğu kez bilinmeyen, birbiriyle tutuşan iki taraf için faydalı olmaktan çok daima zararlı olan kavgalara girişmekten daha delice bir şey var mıdır?” (Deliliğe Methiye, BFS Yayınları, sf.38) Savaşı belki geniş anlamakta, anlatmakta yarar var; tutsaklıklar, işkenceler, hepsi de bizim vurdumduymazlığımızın duvarına çarpıp tozlaşmıyorlar mı? Şimdilerde egemenlerin öngörülmüş senaryolarla hayatı zorlaştırdıklarına tanık oluyoruz. Tehlikeli bir gidiş, üstelik yokuş aşağı, hızlı. Sessizliğin rahata düşkünlüğüne kapıldık, konformizmin gittikçe daralan çemberini fark etmeyen kurbağalaşmanın ateşine düşmek üzereyiz.

Kurgu “rahatımızı” düşünüyor, etkin süzgeciyle acıtan gerçeklere gözlerimizi kapatmaya çağırıyor bizi. Savaş da o kurgulanmış gerçeklerdendir; savaşın binbir halini tanıklıklara dayanarak, gerçekle kurgunun pek güzel bir alaşım oluşturduğu en iyi anlatılardan birisi Curzio Malaparte’nin ikinci büyük savaşı anlattığı “Kaput” adlı eseridir. Yalnızca adı bile savaşı tasvire yeter; Malaparte “Kaput zalim bir kitaptır” diyor kitabı için. Bu Almanca sözcük, “kırılmış, paramparça, mahvolmuş” demektir; savaş daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki Alman dilinde.

Savaş demokrasi ile bağdaşmaz; insanının, insanlığın kırıldığı, paramparça olduğu, mahvolduğu kurgulanmış gerçektir. Otoriter yönetimlerin kendilerini en rahat hissettikleri havalar savaş havalarıdır. Kurgusuna da gerçeğine de karşı çıkmak, her ikisinden de uzak durmak gerekir.