‘İmparator’ lâkaplı usta yönetmen Akira Kurosawa’nın çok renkli ve eşsiz imgelem gücünün ürünü seksenyedi deseni Pera Müzesi’nde...

Kurosawa’nın filmlerini izleyip de; o eşsiz tasvirlerden, mekanlardan, temalardan etkilenmeyen olamaz sanırım. Ran, Kagemusha, Yume, Madadayo ve Umi Wa Miteita filmlerini sahne sahne betimleyen  storyboard’lardan seçilen desenler, usta yönetmenin dışavurumcu yanını vurgularken, yapıtlarının sanatsal değerini de gözler önüne seriyor.
Büyük usta, gerek öykündüğü her senaryosuna gerekse olağanüstü yaratım aşamalarına göstermiş olduğu ciddiyet ve disiplinler arası gezintileri ile sinema tarihinin unutulmayacak en iyi filmlerine, görsel destanlarına imza atmıştı. Akira Kurosawa’nın gönlünde ilk yatan resimdi. 1910’da, Tokyo’da, altı çocuğun en küçüğü olarak dünyaya gelen Akira’nın yeniyetmeliği erkeklerle çevrili olarak geçer, oysa ondan daha büyük olan Kenji Mizoguchi kadınlarla dolu bir çevrede yetişmiştir. Babası, ağabeyi Heigo ve öğretmeni Tachikawa onun üzerinde önemli bir etki bırakacaklardır. Çabuk hastalanan bir çocuk olan Akira, bu yüzden de bir hayli çekingendir. Neyse ki doğa, olağanüstü “ustalar”la çevirmiştir etrafını. Öte yandan bu, usta-çırak ilişkisi filmlerinin birçoğunda ana izleği oluşturacaktır. Köklü bir samuray soyundan gelen babası savaş sanatları eğitimi vermektedir. Çok katı biri olmasına karşın, Batı kültürüne açıktır ve çocuklarını sık sık sinemaya götürür.

YENİYETMELİKDE SİNEMA KEŞFİ
Akira, Tachikawa sayesinde, içindeki resim aşkını keşfeder. Genç öğrenci, o dönem için fazlasıyla ileri görüşlü olan bu eğitimciden cesaret alıp kendine güvenmeye başlar ve “desende gerçekten iyi” olur. Rus klasiklerine düşkün bir okur ve bir sinema aşığı olan ağabeyi Heigo Kurosawa ise Tokyo’da bir sinema salonunda “benshi”dir (sessiz film anlatıcısı). Dostoyevski, Tolstoy, Shakespeare’le, özellikle de Amerikan sessiz sinemasının önde gelen yönetmenleriyle (Griffith, Von Stroheim, Sternberg, Ford, Lubitsch); dışavurumcu Almanlar (Lang, Murnau, Wiene), Ruslar (Eisenstein, Pudovkin) ve Fransızlarla (Feyder, Clair, Renoir) tanıştırır kardeşini. Akira Kurosawa bu tanışmalardan yıllar sonra; “Yeniyetmeliğimde izlediğim ve sinema tarihine damgasını vuran filmlerin sayısı karşısında ben bile şaşırıp kalıyorum ve bunu ağabeyime borçluyum.” Der. 1928’de, Akira, Dushuka Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolur. Urozu, Tessai, Taiga gibi klasik Japon ressamlarla olduğu kadar doğu sanatına oldukça ilgi göstermiş olan Van Gogh, Cézanne, Chagall gibi batılı çağdaşlarla da ilgilidir. Ya onların görmedikleri coğrafyalarda aradıklarını ya da yarım bırakılmış estampları tamamlamak ister gibidir ama bunu ilerleyen yıllarda beyaz tuvalde değil de perde de gerçekleştirecektir. Türkiye de ille de milli sanatçı dayatması olsa da dünya genelinde sanatçıların hangi ulustan olduklarının bir önemi yoktur, her şeye açık olan bu delikanlının, Akira’nın gözünde de kültürün sınırı olmaz. Çünkü sınırlanmış, sınırlandırılmış kültür ve sanat insanın yalın halini anlatmamaktadır. Olsa olsa ülkelerin, iktidarların ya da inançların egemenliğinde kaybedilen, yok sayılan, göz ardı edilen insanın hikayesidir bu. İşte yine gitgide zorlamaya başladılar bir Türk kültürü, sanatı diye… 

İKİ ABİNİN ÖLÜMÜ
Akira, resmi meslek olarak seçecektir ama 1933’te, ailesel nedenlerden ötürü (ağabeyi Heigo’nun intiharı ve öteki ağabeyinin ölümü), kendini birden ailenin erkeği durumunda bulur ve yaşamını kazanmak için çalışmak zorunda kalır. O tarihlerde tehlikeli bir dönemeçten geçtiğini belirten Akira Kurosawa, herhangi bir işin bile kendisine uygun olduğunu düşünür. Ailesinin geçimini sağlamak için, aşk romanları ve yemek kitapları çizerliğine soyunur. Resme kısıtlı bir zaman ayırabildiğinden, izlediği yolu değiştirmek zorunda kalır. “Giderek yeteneklerime olan güvenimi bütünüyle yitirdim, resim yapmak bir angaryaya dönüştü.” Sözünü bile edecektir. Pera Müzesi’nde açılan ve 26 Nisan tarihine dek birkaç kez görülmesi gereken bu önemli sergi sinemacı kimliği öne çıkmış bir ustanın diğer disiplinlerle olan ilişkisini aktarıyor. Dali’ye ya da Picasso’ya gitmiş miydiniz bilmem ama bu serginin mutlaka ve mutlaka görülmesi gerektiğini düşünenlerdenim. “Kurosawa - Desenler” adlı sergide Kurosawa’nın sinema mekanlarını önceden tasarladığı ama her birinin sanatsal değeri olan birer resim diyebileceğimiz 87 renkli ya da karakalem deseninden oluşuyor. 

SANAT İMPARATORU
“Yedi Samuray”, “Rashomon”, “Ran”, ”Düşler”, “Kagemusha” gibi birbirinden etkileyici filmleriyle Japonya’nın dünyadaki en önemli kültür ve sanat elçilerinden biri olmuş, dünya sinemasının “İmparator” lâkaplı usta yönetmeni Akira Kurosawa’nın çok renkli ve eşsiz imgelem gücünün ürünü 87 desen. Bu sergide yer alan göz kamaştırıcı desenler, Kurosawa’nın yaratısının teknik gelişimini izleme olanağı sunuyor bize. Grafik bir teknik mi bu? Yoksa bir resim tekniği mi? Onun desenleri, bu konuda bir kesişme noktası oluşturuyor. Kagemusha’nınkilerle Ran’ınkiler bilinçli olarak, suluboyaların altında capcanlı hazırlık çizgilerinin izlerini açığa vuruyorlar. Derken, yavaş yavaş, renkler yoğunlaşıyor, kalın boya tabakaları ortaya çıkıyor, konturlar sıkı sıkıya yağlı pastel çizgileri çevreliyor, eskiden ışıkla titreşen renkler maddeye dönüşüyorlar. Başlangıçtaki boyaların ince birleşiminin yerini, Yume’nin, Madadayo’nun ve Umi Wa Miteita’nın desenlerinde canlı ve düz renkler alıyor. Ustanın yapıtında izlenimciliğe ve dışavurumculuğa göndermeler açığa çıkıyor.
Bu eşsiz çizimlerini ve olağanüstü set hazırlıklarını şöyle tarif ediyor Akira Kurosawa; “Story-board’ları çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar… Tüm bunların özelliklerini düşünmezsem, görüntüyü çizemem. Hatta story-board’ları bunları düşünebilmek için çiziyorum desem, neredeyse daha doğru olacak. Bu şekilde, açıkça görmeden önce, bir filmdeki her sahnenin görüntüsünü saptıyor, verimli kılıyor ve kavrıyorum. Ancak o anda gerçek anlamda film çekimine girişiyorum.”
2010 yılı, yalnızca rant için kapışılan, sanatın ve kültürün “başkent” süslemeciliği ile pazarlandığı, çeşitli yerlerin ele geçirildiği ve bütün bu operasyonlar yapılırken sanatçı ya da olmayan birilerinin (kendilerini yüksek ahlaklı niteleyen birileri) yardakçılık yaptığı bir yıl olmayacak elbette. 2010 yılında Türkiye’de ‘Japonya Yılı’nı ve Kurosawa’nın 100. doğum yılını da kutlamış olacağız.