Kürt ulusal sorunu deyişine nazire böyle yazdım. Elbette Kürt sınıfsal sorunu diye bir tamlama anlamsızdır. Sınıfın öne çıktığı...

Kürt ulusal sorunu deyişine nazire böyle yazdım. Elbette Kürt sınıfsal sorunu diye bir tamlama anlamsızdır. Sınıfın öne çıktığı yerde ulus bir adım geri gider. Son dönemde Kürtlerin kimlik talepleri (yeterli ya da yetersiz) “bir şekilde” muhatap alınıyor ve Kürt sorununun bildik anlamda bir ulusal sorun olma özellikleri farklılaşıyor. Şöyle söyleyeyim: Haldeki durumda “ulusların kaderlerini tayin etme hakkı”nı, “ayrı bir devlet kurma” şeklinde dile getiren bir Kürt hareketi yok, buna PKK de dâhil.  Devletimsi bir oluşum olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne (KBY) katılalım diyenler de yok… Hatta “tersi” yönde göstergeler var. Bu laf iddialı gelebilir, ama bu yönde de “bir şeyler” oluyor.
Peki ne oluyor? Mesela peş peşe “açılımlar” oluyor... Geçen hafta Gülen cemaatinin Hewler (Erbil) toplantısından söz etmiştim. Kısaca, din platformunda sermaye kardeşliği… Bu platformda Ankara’dan ziyade İstanbul’un (sermayenin) belirleyici olduğu, onun çıkarlarının öne çıktığı bir süreç tasarlanıyor; KBY’yi kapsayan Benelüx modeli öneriliyor.
Önce TRT Şeş “açılımı” yaşanmıştı. “Açılım”, kelimenin bizzat kast ettiğinin (açılmak!) yanı sıra bir de “bakış açısı” anlamına geliyor. Yani soruna bakış açıları farklılaşıyor, bakılan yer değişiyor, açı genişliyor. (Bu arada Ahmet Türk Meclis TV’sinden öyle bir açılım daha yaptı ki AKP’nin açılımını caaart diye yırtmış oldu, bu da “oyunbozanlık” olarak değerlendirildi. Ama hakikaten bir oyunu bozmuştu!)
ABD planlarıyla eş zamanlı olarak, aralarında emekli generaller ve büyükelçilerin bulunduğu “Akil Adamlar”ın yayınladığı raporda ve Genelkurmay’ın (TRT Şeş’i bir kültürel açılım olarak desteklediği) son açıklamasında, Kürt realitesi artık kültürel ve ekonomik boyutlarıyla kabul edildi. Şimdi kabul sınırı, Kürt siyasal realitesine gelip dayandı. Bu sınırı da ABD raporları zorlayacak gibi...
İşte geçen hafta yer darlığından pek az söz edebildiğim “Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlıklı Barkey raporu bunlardan birisi… Basında kısaca yer aldı. Ancak toplam 66 sayfalık bu uzun raporda, basında yer bulmayan birkaç önemli tespit daha var. Birincisi Bush dönemi eleştiriliyor; bu dönemde, Bağdat’taki ve özellikle Sünni bölgelerdeki şiddet olaylarıyla ilgilenmek zorunda kalındığı için, KBY ve Türkiye arasındaki ilişkilere yeterince önem verilmediğinin altı çiziliyor. Türk basınının atladığı bir diğer konu ise, bu raporda PKK ve Öcalan’a verilen desteğin hâlâ çok yüksek olduğunun tespit edilmesi. Ayrıca raporda yer alan “PKK’nin en güçlü silahı onun ‘savaşçıları’ değil Avrupa’dan yayın yapan ve Türkiye ile Kürdistan’ın her yerinden izlenebilen uydu televizyonudur,” şeklindeki sözler de önemli; bu tespitin hükümet ve genelkurmay tarafından derhal ciddiye alındığı da belli. Nitekim Şubat ayında yayınlanmasına rağmen daha önceden, Eylül ayında ilgili yerlere sunulduğu bilinen bu rapordan hemen sonra TRT Şeş’in MGK’de görüşülüp devreye sokulması bunu göstermiyor mu? İhmal edilmemesi gereken bir başka değerlendirme de İlker Başbuğ hakkında... Raporda, açıkça, “çözüm için mutlaka Başbuğ döneminde adım atılması gerektiği, aksi halde Başbuğ’un görev süresi 2010 yılında sona erdiğinde, onun yerine geçecek komutanın statüko öncesi duruma dönmeye karar verebileceği” uyarısı yapılıyor.
Çözüm için en önemli koşulun ısrarlı biçimde KBY ile Türkiye arasındaki sıkı işbirliğinde aranması boşuna değil. Çünkü her şey bir yana, KYB’nin Amerikan ordusu Irak’ı terk ettiğinde kendisine yönelebilecek “Arap düşmanlığına” karşı bir güvence arayışı söz konusu. Irak yerel seçimlerinde, mesela, Musul gibi kritik bölgelerde tüm teşviklere rağmen Kürdistan ittifakı seçimi kaybetmişti.  Musul’da Sünni Araplar ile Kürtler kanlı bıçaklı. Petrol gelirlerinin paylaşımı sorunu devam ediyor. “Arap tehdidi” karşısında Barzani yönetimi Türkiye’nin PKK’yla ilgili talepleri konusunda bu yüzden daha esnek davranmaya başladı. ABD tarafından Türkiye’ye adeta Araplar ve Kürtler arasında arabulucu ve KBY için de “garantör devlet” misyonu biçiliyor.
Bu doğrultuda, PKK’nin silahsızlandırılması ve başta petrol olmak üzere bölgenin ekonomik fırsatlarından Türkiye sermayesinin de nemalandırılması öne çıkarılıyor. Ve petrol illa ki petrol… Aslında Cengiz Çandar’ın bir yazısında kullandığı şu çarpıcı cümle her şeyi açıklıyordu: “Kuzey Irak’a TSK ile değil TPAO ile girmek!” Söylenmeyen bir tek şey kalmıştı, onu da ironik şekilde Veysi Sarısözen söyledi: “Bir plebisit yapılacak, tıpkı Hatay’da Arapların bir kısmının yaptığı gibi, Kürtler, kendi topraklarının Türkiye tarafından ilhak edilmesini onaylayacak!”
KBY’nin eski Kültür Bakanı Sami Şorış Türkiye için fırsatları şöyle sıralıyor: “Verilere göre 400’den fazla Türk şirketi Irak Kürdistanı’nda çalışıyor. Eğer siyasi ve iktisadi ilişkiler ileriye doğru giderse şüphesiz ki Türkiye’nin Kürdistan’da petrol üretimi ve endüstrisi alanındaki rolü çok daha fazla olur. Kürdistan’da  petrol endüstrisi, ekonomi ve ticaretten istifade etme stratejisine katılma konusunda Türkiye’nin önünde çok büyük bir fırsat var.”
İşte bu yüzden “Yeni Osmanlıcılık” tartışmaları boşuna yapılmıyor… Bu şatafatlı kavramın reelpolitikadaki anlamı ise elbette taşeronluktan başka bir şey değil. Devlet katında (bir ara düşük yoğunluklu savaş dense bile) savaş kelimesi tercih edilmediğinden, barış kelimesinin telaffuzuna da yanaşılmıyor. Bu kelime sadece bizim gibilerin özlemi… Bir ara AB’ye katılma uğruna onun normlarına cevap ve cevaz verecek tutarlılıkta bir “Kürt reformu” beklentisi dahi hâsıl oldu. Ancak şimdi belirleyici olan ABD olduğuna göre, onun beklentileri yönünde bir normalleşme sürecindeki otoriter devlet çizgisinde bir bölge taşeronluğu mu öne çıkıyor? (Lakin bu soru ya da tespit hiç de yeni değil, on yıl önce yayınlanan Öçalan Devlet mi? kitabımın arka kapağında böyle yazıyordu; on yıl önce!)
Özetlersek, KBY ile kurduğu ilişkiler Türkiye’nin “bölge liderliğinde” rüştünü ispatlamada çok önemli olacak. Bunun önündeki engel PKK… İşte bu yüzden bir ay sonra toplanacak Kürt Ulusal Kongresinde PKK’nin silahsızlandırılması da Kürtler arasında masaya yatırılacak…
ABD’nin PKK’nin silahsızlandırılması şeklindeki planının DTP bünyesinde elbette önemli sonuçları olacak…  Kimlik ile sınıfsal çıkarlar karşı karşıya gelecek. Kürt sermayedarlarının, zenginlerinin Amerikancı çözüme daha fazla teşne olması, ağırlıklarını Barzani politikalarından yana koyması beklenebilir. Buna karşılık, iyimser bir tabloda, Amerikancı çözüm dışında tutulan Kürt yoksullarının kendi sınıfsal zeminlerine geçmesi beklenemez mi? Bütün bu gelişmeler Kürt hareketinde sınıfsal bölünmenin belirginleşmesinin işaret fişeği sayılamaz mı? Yeter ki reel politikanın dışında kalınabilsin.
Öcalan, hemen her çarşamba günü avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, mutlaka bir punduna getiriyor ve Mustafa Kemal’den söz ediyor. Bu vesileyle benim de aklıma geldi; Mustafa Kemal’in sözlüğünde, “reel politik” kelimesinin Osmanlıcası olan “idareimaslahatçılık” kelimesi önemliydi ve şöyle derdi: “İdareimaslahatçılar esaslı  devrim yapamazlar!”