Kürt sorununun üç boyutu var. Birinci boyut uluslararası düzlemde ABD’den başlayıp Avrupa Birliği gündemine ulaşıyor...

Kürt sorununun üç boyutu var. Birinci boyut uluslararası düzlemde ABD’den başlayıp Avrupa Birliği gündemine ulaşıyor, Ortadoğu’da düğümleniyor. Düğümün sebebi belli: Petrol! Bu petrol coğrafyasındaki Kürtler dört ayrı ulus devlet bünyesinde yaşıyorlar. Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu ve dünyaca tanınıyor. Bu bölgede bir de PKK üssü Kandil dağı var. Ama açıkçası, burada halkların özgür iradesi ötesinde emperyalist emrivakiler söz konusu. Çatışan taraflar her konjonktürde değişiyor. Yakın zamana dek kalıcı cepheler yoktu, dolayısıyla kalıcı çözümler de beklenemiyordu. KDP, YNK (ve yakın zamana kadar da PKK) ile Amerikan siyasetleri arasında ciddi bir çatışma söz konusu olmadı. Hatta PKK de ABD’nin Irak’ı işgalini bölgenin demokratikleşmesi için bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ama son dönemde, ABD artık PKK’yi tasfiye etmeye niyetli gibi. Dolayısıyla onlar da (mecburen?) Amerikan karşıtı bir söylem içindeler. (Ayrıca PEJAK olgusu da hâlâ bir muamma!) Öte yandan Öcalan’ın, İmralı’daki demeçlerinde sistematik olarak ve özellikle İngiliz politikalarını eleştirmesi, ABD yerine tuhaf bir İngiliz takıntısı dile getirmesi de manidar! (Bush dönemindeki BOP’un bir alt başlığı olarak sunulan Kürt-İslam sentezini ve şimdi Obama dönemindeki Neo Osmanlıcılık projesini daha önceki yazılarımda ele almıştım.)
Sorunun ikinci boyutunu; eskinin resmi şimdinin fiili “olağanüstü hal” bölgesindeki Devlet ile PKK arasında süregelen savaş oluşturuyor. Devletin benimsemeye zorlandığı çözüm seçeneklerinde, ABD derhal devreye giriyor.  Son aylarda gerek hükümet gerek askeriye cenahlarında yapılan “açılım”ların Obama danışmanı Barkey’in raporunda yazılanları izlemesi tesadüf mü? Haldeki durumda, açıkçası devletin de PKK’nin de dediği olamıyor. Durum, malum, çözümsüzlüktür. Öyle ki herkes bu çözümsüzlüğün, bu ataletin ancak üçüncü bir tarafın müdahalesiyle sona erdirebileceğine ve bunun da birinci boyuttaki çözümün uzantısı şeklindeki “emperyalist diplomasi” olabileceğine ikna edilmeye çalışılıyor.
Ama üçüncü taraf, pekâlâ, savaş dışındaki Kürtlerin ve Türklerin ısrarla barışı örgütlemesi olamaz mı? Cevap çok basittir: Mesela kafatası polis dipçiğiyle parçalanan on dört yaşındaki Seyfi yüzünden yüreği yananlar ister Kürt olsun ister Türk, bunlar çoğunluktuysa, elbette olabilir. Çünkü sorunun üçüncü boyutunu, batıda birlikte yaşayan Türkler ve Kürtler oluşturuyor. Üstelik böyle bir çözüm için harcanacak çaba, çözüm önündeki engeller ortadan kalkmadan ve bu engellere rağmen sürdürülebilir. Devletten ve PKK'den farklı bir yerde duranlar, sorunu öncelikle batı yakasından çözmeye başlamaya, bir bakıma, mecburdurlar. Çünkü çözüm imkânı yanı sıra en feci çözümsüzlük de yine burada yatıyor. Sebebi bellidir: Kürt sorunu birinci ve ikinci boyutlarında nasıl çözülürse çözülsün, batı yakasındaki Kürtler burada yaşamaya devam edecekler. Zira milyonlarca Kürt, Çukurova'yı Ege'yi İstanbul'u yurt edinmişler. Askeri çözüm, Kürt sorununu ve nüfusunu batıya taşımıştır. Batıda askeri çözüm elbette imkânsızdır! Ama sivil savaş mümkündür! Yani iç savaş…
Elbette felaket tellallığı yapmak niyetinde değilim, ama gelinen noktada, sorun ilk iki boyutta nasıl çözülürse çözülsün, Türklerin ve Kürtlerin boğazlaşması da her zaman potansiyel bir kıyamettir. Bakın işte birkaç gün önce, Mersin Karaduvar’da, Araplar ile Kürtler arasına da nifak sokulmaya çalışıldı. Yani tehlike, esas olarak toplumsal düzeyde, toplumsal fokurdamalardadır… Mahalle baskısı mesela sadece dincilerin laikler üzerinde baskısı olmaktan çıkıp Türklerin Kürtler üzerinde baskısına dönüşünce; laik-dinci, Türk-Arap birlik olup Kürtlerin üzerine yürüyünce artık kimin elinden ne gelir?
Türkiye’nin solcuları, memleketin istikbaline de yatırım yapmak zorundadır. Bugünü tam olarak kurtaramıyorsak, hiç olmazsa yarını koruyacak tedbirleri bugünden almış olmalıyız. Kürtler ve Türkler eşit oldukları ölçüde özgür olabilecekse, “Kürt sorununa çözüm için beklemeyen” fiili durumlar yaratmak, bu sorunun çözümüne bir katkıdır. Bu yüzden herkesten önce Türkiye’nin solcu insanları, çözüm filan öneren değil, fiili çalışmalarıyla, hayat tarzlarıyla çözümün kendisi olabilen bir iddiayı yüklenmelidir. Çünkü kalıcı çözüm devletin demokratikleşmesinde değil, öncelikle toplumun demokratikleşmesindedir. Ve bu işi de en iyi solcular bilir. Zaten solculuk, halkların kendi ülkelerinde özgürce yaşamaları özlemini, ulusların kendi devletlerinde örgütlenmeleri ihtiyacından üstün tutmak değil midir?