Kurtuluş Botsvana’da

Kapitalizmin büyük sıkıntıda olduğu artık sır değil. Tedirgin, buluttan nem kapan -şu koronavirüs panik için yetti de arttı bile- bir sistem artık o. Kapitalistler krizlerden çıkma ihtimalini çok seviyor, o ihtimalle kafa buluyorlar. Bu duruma biz de sevinelim, tıpkı ülkemizdeki “iktidar gidici” türünden rahatlatıcı analizleri andıran durumu umutla karşılayıp, “işte sömürü düzeninin de sonu geldi” diye zil takıp oynayalım mı? Hayır öyle yapmayalım. Her şeyden önce alternatifin olgunlaşmadığı koşullarda kendiliğinden, hani şu meşhur insanları rehavete sevk eden “determinist yasa” gereği olumlu sonuçlar doğmayacağını bilelim. Tamam, kapitalizm bunalımlara çare bulamıyor ama tam da bu nedenle vahşileşmiyor mu? “Demokrasiye” sınır çizmek, son vermek için önüne çıkan ya da bizzat kışkırttığı fırsatları değerlendirmiyor mu? Büyük göç dalgasının karşısına faşist önlemlerle çıkmaya hazırlanmıyor mu?

İşte bu nedenle “Kapitalizm nasıl kurtulur? Kurtulur mu? On derste iyileşme, nasıl kurtarabiliriz?” türünden kitaplara gereksinimin arttığı, piyasasının, - onun da bir piyasası olacak kuşkusuz, kapitalizm bu- yüzbinlerce basılan kitaplara rağbetin yükseldiğini görüyoruz.

Uluslar da düşer

İlgi alanımıza giren kitaplardan birisi Daron Acemoğlu ile çalışma arkadaşı James A.Robinson’un Ulusların Düşüşü adlı çalışması. Çalışmanın temel tezi kapakta belirtildiği gibi, güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenlerini araştırmak, özellikle dünyadaki eşitsizliğe, “refah farkına” dikkat çekmek. Bugünkü durumu, yani kimi ülkelerin yoksul, kimilerinin zengin oluğunu anlatırken, günümüzdeki eşitsizliğin kaynağı olarak ilginç bir tezi savunuyor Acemoğlu. Şöyle diyor: “ Dünya eşitsizliğini anlamak için öncelikle bazı toplumların neden çok yetersiz ve toplumsal açıdan sakıncalı biçimlerde örgütlendiklerini anlamamız gerektiğini savunacağız. (...) Bu ülkeler iktidardakiler yoksulluğa yol açacak seçimler yaptıkları için yoksuldur.” (sf.70)

Şimdi gelişmiş, refaha ermiş ülkelerin ağırlıklı olarak sömürgeci ülkeler olduğu gerçeğini yalnızca geçmişin bir olgusu olarak - öyle oldu ne yapalım, “başka türlü de olabilirdi’ (sf.411) diyen, sonra bugünü açıklamaya, çözüm yolu önermeye odaklanan yazarların bir cümlesini de önemli olduğu için kaydederek, önerilerini anlamaya çalışalım. O cümle şöyledir. “Zengin ülkeler büyük ölçüde son 300 yıl içinde belli bir noktada kapsayıcı kurumlar geliştirmeyi başardıkları için zengindirler.” (sf.349) Bu cümle kanımızca bugünkü zengin yoksul farkını anlatırken yazarların, herhalde bir anlatım kolaylığı olsun diye, sömürgeciliğin sermaye birikimindeki merkezi rolünün üstünden atlamayı seçtiğini gösteriyor.

O nedenle biz bu uzun atlamayı yapmamak için bir zamanların sömürgeci ülkelerinin refah ülkeleri skalasında hâlâ önde gelen ülkeler arasında yer aldığını kaydetmiş olalım. Daha sonra kimi sömürgeci ülkeler görece geride kalmışsa bu ülkeler arasındaki çatışmaları kimilerinin yitirmesinin, pozisyonlarını korumakta zorlanmalarının sonucu olsa gerektir.

Yaşadığımız günlerdeki gizli, açık, sinsi ya da kaçak çatışmaları unutmasak mı acaba...

Bu serüvenin gerçekçi bir özeti şöyledir: “Sömürgeciliği başlatan İspanya ve Portekiz, 16. yüzyılda dünyayı aralarında paylaşmıştı. 17. yüzyıl Fransa ve Hollanda yüzyılıydı; 18. yüzyılda Fransa ve İngiltere dünya egemeniydi. Sanayi devriminden sonra İngiltere bütün rakiplerini geride bırakarak, 19. yüzyıla egemen dünya gücü olarak tek başına damgasını vurdu. İngiliz İmparatorluğu 20. yüzyılın başından itibaren gücünü yitirmeye başladı ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın tartışmasız lideri ABD oldu.” (Oya Köymen; Sermaye Birikirken; Yordam Kitap. sf.153)

Acemoğlu’nun yöntemini kavrayabilmek için yazarın öne çıkardığı yeni kavramlara, kavramlaştırmalara bakmamız gerekecek. Ama yine öncelikle kitabın neyi kurtarmaya çalıştığına bakmakta yarar var. Basit bir kuram önerdiklerini belirten Acemoğlu tezini, “Kuramımız bu hedefe iki aşamada ulaşmayı amaçlıyor. Birincisi, sömürücü ve kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar arasındaki ayrım, ikincisi kapsayıcı kurumların dünyanın bazı bölgelerinde ortaya çıkıp bazılarında ortaya çıkmamasının nedenine ilişkin açıklamamız” diye özetliyor. (sf.407)

Burada ekonomik-siyasi analizlerde bugüne kadar rastlamadığımız iki kavramlaştırma ile karşılaşıyoruz: “Sömürücü ekonomik ve siyasi kurumlar”, “kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar.” Ne olduklarını, nasıl olduklarını tam bilemediğimiz “kapsayıcı kurumlar”la refah arasında doğrusal bir ilişki kuran Acemoğlu “reforme” edilecek yapıyı da şöyle tanımlıyor: “Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden” bir yapı.

Bir ricası daha var...

Önerdiği “reformcu kapitalizmi” böyle tanımlayan Acemoğlu’nun bir ricası daha var; “mevcut rejimlere meydan okuyan sosyal hareketlerin hemen kanunsuzluğa dönüşmemesi için belirli ölçüde merkezi bir düzenin kurulmuş olması” gerekmektedir. Yazar bu “merkezi düzeni” biraz daha açmayı gerekli görüyor. Bu açma işini “yetkilendirme” adını verdiği, sanırım nasıl olacağını söylemese de demokratik seçimlerden söz ederken yapıyor: “Yetkilendirme sürecini başlatmak ya da belki sadece kolaylaştırmak için ne yapılabilir? Bu sorunun doğru yanıtı elbette bütün kurumları inşa etmenin bir reçetesinin olmadığıdır, Yetkilendirme sürecini hayata geçirmeyi daha muhtemel kılacak bazı bariz etkenler elbette vardır. Bu etkenler arasında mevcut rejime meydan okuyan sosyal hareketlerin hemen kanunsuzluğa dönüşmemesi için belirli ölçüde merkezi bir düzenin kurulmuş olması (...) sayılabilir.” (sf.436)
Sayılsın tabii, yoksa reformcu - meformcu, ne olurdu kapitalizmin hali. Ama sanki biraz vahşileşiyor mu ne?

Yazarın ikinci önemli kavramlaştırması olan, “sömürücü ekonomik ve politik kurumlar”ı çok beğendiğimi, ülkemizdeki rejimi anlatmak istiyorsak bu kavramlaştırmanın pek yerine oturduğunu söylemeliyim. Tanım harikuladedir. “Sömürücü kurumların temelinde ekonomik kurumları toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşma pahasına kendilerini zenginleştirip iktidarlarını idame ettirecek şekilde tasarlayan bir elit bulunur.” (sf.380) Tamam anladım, anlamadığım bu “elit” meselesi. İktidara destek veren sınıf ya da sınıflar arasında parsayı toplayanları kast ediyorsa itirazım yok ama o “elit”, o “sömürücü kurumlar” sömürücü sınıf- sınıflar olmadan yaşayamaz ki.

Neyse “kadı kızının kusuru” olsun bu da. Acemoğlu’nun, gelişmiş kapitalizmin yoksul ülkelerin yoksulluğu konusundaki tarihi ve güncel rollerini pek araştırmaya değer bulmaması, bu ilişkileri baskıcı, dayatmacı saymak yerine, işe yaramayan öneriler, “refah inşa edilemez”,(sf.422) “borç vermek refah sağlamaz” (sf.427) gibi kategorilerde toplaması üzerinde duramadık. Anti-komünist bakış açısını “Marx iyiydi ya ah Lenin’le Stalin olmasaydı” şeklinde dile getiren bilim dışı görüşlerine de yer veremedik, olsun...

Ama kitapta hayranlıkla anlatılan Botsvana örneğini beğendiğimizi söylemeden geçemeyeceğiz!

“Çemberi kıran” (sf. 385) dört dörtlük bir örnek Botsvana... Yoksul bir ülkeydi bu 582 bin km²’lik, 2 milyon nüfuslu ülke. “Kapsayıcı kurumları” geliştirdi, “sömürücü kurumları” alt etti; akıllı liderler, emperyalistlerden her nasılsa gizledikleri elmas madenlerini pazarlamaya başlayınca; bir de Tsavana kabilesi, “resmi dil İngilizce ve Setsvanadır” diyerek, ana dilleri Setsvana olmayan gurupları ikna edince, yani sonunda herkes Tsavana olunca örnek ülke oldu Acemoğlu’nun Botsvanası.

Ben de çok beğeniyorum Botsvana’yı! Yaşasın Botsvana!..