AKP iktidarı yeni bir kolektif kimlik yaratma peşindeydi. Yeni Türkiye söylemi bu hevesin ürünüdür. Köşk külliye olmuştu. 2023 ya da 2071 gibi alternatif tarihler, Kut ül Amare gibi alternatif zaferler, Kutlu Doğum Haftası gibi alternatif bayramlar birer birer türetilirken mevcut ulusal kimliği simgeleyen bayramlar hep güvenlik gerekçelerine takılıyordu. Yine de önemli bileşen eksikti: Seçilmiş travma

Kurucu anlatı olarak 15 Temmuz

İlker Küçükparlak - Psikiyatrist

Öncelikler 15 Temmuz’un travmatik bir yaşantı olduğunu hatırlatmak isterim. Her üzücü ya da korkutucu yaşantı travmatik etki bırakmaz. Bu yaşantı öngörülemedik biçimde gerçekleştiğinde ve kişide (ya da toplumda) kontrol duygusunu sarstığında travmatik etki gösterir. İşkencede gözlerin bağlanmasının en önemli nedenlerinden birisi tam da bu “öngörülebilirlik” özelliğinin ortadan kaldırılmasıdır mesela. Daha önce de dediğim gibi işkenceyi travmatik hale getiren en önemli unsurlardan birisi kişinin maruz kaldığı fiziksel hasardan çok, kişinin bu yaşantı karşısında herhangi bir inisiyatif gösterip gösteremediği duygusudur. Maruz kaldığı ya da kalabileceği eziyeti azaltmak için elinden hiçbir şey gelmediği ve akibetinin tamamen kendi dışındaki unsurlara bağlı olduğunu hissetmek korkutucu bir olayın sadece korkutucu bir geçmiş yaşantı, mı yoksa travmatik bir olay mı olacağını belirleyebilir. Deprem olduğu zaman odanın bir köşesine sığınmayı planlayan bir kişi deprem anında ayağa bile kalkamadığı o anda kaderinin tamamen yaprak gibi sallanan o duvarların sağlamlığı, binayı yapan müteahhitin helal süt emmişliği, zeminin özellikleri ya da tektonik plakanın boşalttığı kuvvet gibi değiştiremeyeceği etkenlere bağlı olduğunu düşünerek geçirdiği o saniyeler travmatiktir işte. 15 Temmuz bu açıdan çifte değerlilikli bir olaydır. Kişi tepesinde uçan jetlerden ya da karşısındaki tanklardan bırakılan bombalara karşı bu çaresizliği yaşayabilecek iken gecenin sonunda darbecilerin bertaraf edilmiş oluşu özyeterlilik* duygusunu oldukça besleyebilir.

Travma geniş zamandadır
Yardım etmeye çalışan (hadi artık hekim ile simgeleyelim) ilk olarak mevcut güvenliğin tesis edilmesini sağlamalıdır. Travmatize birey pek çok nedenden ötürü bulunduğu ortamın halen tekinsiz olduğunu anlayamayabilir. Kapıdaki o kilit, çalışma koşulları ya da uzaklaştırma kararı, mevcut güvenliği sağlamak için ne gerekiyorsa yapıldığından emin olmak gerekir.

Travmatik olmayan durumlarda güvenliğin sağlanması güven duygusunun da tesisine yeterli olacaktır ama travmanın kendine özgü bir doğası var. Öngörmediği bir anda hazırlıksız biçimde yakalandığı ve bütünüyle dış etkenlerle kurtulduğu bu olay sonrasında kişinin hayatının öngörülemez ve karşılaşıldığında da çaresiz bırakan olaylara gebe olduğu duygusu geçmez. Nasıl hiç beklemediği bir anda başladıysa o deprem, nasıl akşama çoban salatası yapmayı düşündüğü o sıradan günün sıradan anında çaldıysa o kapı, yine hiç beklemediği anda hayatı bir daha alt üst olabilir işte. Artık hayatının aktörü değil figüranıdır. Senaristi ve yönetmeni olmadığı bir piyese dönmüştür hayatı. Çaresiz hissetmiştir, çaresiz hissetmektedir ve çaresiz hissetmeye devam edeceği için hayattaki hiçbir şeyin bir önemi de kalmamıştır. Travma artık geniş zamandadır.

Hekim şimdi de bu yaşantıyı ait olduğu geçmiş zamana yerleştirmesine yardımcı olmak durumundadır. Kolay olmayan bu çalışmanın en önemli bileşenlerinden birisi, özyeterlilik duygusunun yeniden tesisi olacaktır.

Benim de elim armut toplamadı ya
“Siz esas ötekinin suratını göreceksiniz.” “5 kişi geldiler, üçünü indirdim ama hepsi ile başa çıkamadım işte…” Kavgacı klişelerinin bir işlevi vardır: Özyeterlilik duygusunun korunumu. Kişinin kendi hayatının öznesi olduğu duygusu travmadan korunmada olduğu kadar travmanın iyileşmesinde de elzemdir. Hatta tam da bu yüzden artık “travma mağduru” (victim) yerine “travmadan kurtulan” (survivor) kavramı tercih ediliyor.

Kavgacı klişelerinin aslında birer anlatı taslağı olmaları da dikkat çekici. Travmatik olay bellekte fragmante sahneler/duygular/algılar halinde depolanır. Bir fren sesi, yanık kokusu, karanlık, “hemen” sözcüğü, endişe duygusu bu travmatik yaşantının bir türlü bütünleşemeyen bileşenleri olarak müstakil varlıklarını sürdürmekte ve beklenmeyen anlarda akıla girivererek tekrar dehşet duygusuna neden olmaktadır. Travmatik yaşantının bazı boyutları ya da tümü bazen bellekte hiç depolanamaz. O yüzden travmayı bazen konuşulamayanda, kişisel anlatının garip boşluklarında aramak gerekir.** Bu depolanamayan ya da bütünleşemeyen parçaların bütünleşik ve geçmişte kalan bir yaşantı haline gelmesi de ancak anlatıya dönüşmesi ile mümkündür. Hekimin görevi hem anlatının oluşmasına aracılık etmek hem de anlatılan yaşantının artık sonlandığına işaret etmektir.

Konu toplumsal bir tarih anlatısına geldiğinde “kurtulan” yerini “kahraman”a devreder. Kahraman bedel öder. Ödediği bu bedelin sonuçlarının da devam etmesi gerekir. ABDli “kahramanlar” sayesinde halen özgür bir dünyada yaşamaktayızdır yani. İstanbul’u işgalden kurtaran Çanakkale Savaşı'ndan iki yıl sonra İstanbul’un işgal edilmiş oluşu gerçeğinin hatırlatılması da bu yüzden pek hoşa gitmez. Topluluğun diğerlerini etkileyebildiği, hedeflerine ulaşabildiği, toplu biçimde eyleme geçebildiği ve sonuç alabildiğine işaret eden anlatılar (1) o topluluğun özyeterlilik duygusunu besleyecektir. Bu nedenle aynı toplumsal kriz nasıl anlatılandırıldığına bağlı olarak kahramanlık öyküsüne de toplumsal travmaya da dönüşebilir.

Toplumsal travmanın beklenmedik işlevleri
Vamık Volkan bir grubun uğradığı saldırı sonucu çaresiz kaldığı, küçük düştüğü ve travmatik doğası nedeniyle yasının tutulamadığı durumlar için “seçilmiş travma” kavramını türetmiştir. (2) Seçilmiş travmaların kuşakaşan etkisi vardır ve bazı durumlarda grup kimliğinin kuvvetli bileşenlerindendir. Volkan’a göre 1. Dünya Savaşı ile imparatorluğun çöküşü ve düşman işgali Türklerin seçilmiş travmasıdır ve ulusal kimliğin temelini oluşturmaktadır. (Hrant Dink’in 301. maddeden yargılanmasına neden olan yazısı tam da Ermeni kimliğinin Türk zulmünden başka bileşenlerine işaret etmekteydi).

Volkan bu sürecin grup dinamikleri içinde bilinçdışında gerçekleştiğini ifade etse de devlet aygıtının özellikle eğitim sistemi ve resmi tarih yazımı dolayımıyla bu sürecin bir aktörü olduğu gerçeği yadsınamaz. MÖ 72 yılında gerçekleşen Masada Kuşatması'nda Roma İmparatorluğu’na kahramanca direnen Yahudiler kaybedeceklerini anlayınca toplu halde intihar ederler. İsrail Devleti kurulduğunda Masada’nın kurucu anlatı olarak benimsenmesi ve Soykırım Anıtı’ndan önce Masada Anıtı’nın dikilmesini Laszlo, tarihsel anlatının Yahudi özsaygısını restore etmek üzere biçimlendirilmesi olarak yorumlar.

kurucu-anlati-olarak-15-temmuz-320844-1.

Seçilmiş travma arayışı olarak bitmeyen mağduriyet söylemi
AKP iktidarı yeni bir kollektif kimlik yaratma peşindeydi. Yeni Türkiye söylemi bu hevesin ürünüdür. Köşk külliye olmuştu. 2023 ya da 2071 gibi alternatif tarihler, Kut ül Amare gibi alternatif zaferler, kutlu doğum haftası gibi alternatif bayramlar birer birer türetilirken mevcut ulusal kimliği simgeleyen bayramlar hep güvenlik gerekçelerine takılıyordu. Yine de önemli bir bileşen eksikti: Seçilmiş travma. Uzunca bir süre “Kemalist vesayet”e işaret edildi. Başörtüsü zulmü hatırlatıldı.

Camiler ahır yapılmıştı. Ezan yasaklanmıştı. Ülkeyi iki ayyaş yönetmişti. Yine de beklenen sonuç alınamamıştı. Arada Dersim Katliamı'ndan bile medet umuldu. Olmadı. Derken 15 Temmuz geldi. Cumhurbaşkanı ilk açıklamasında bu olayı “Allah’ın bize büyük bir lütfu” olarak tanımlayacaktı. Ortada yüzlerce kişinin ölümü ve binlercesinin yaralanması ile sonuçlanan ciddi bir travma vardı artık. Bu travma ebeveynlerin ve eğitimcilerin çocukları için haklı endişelerine rağmen müfredata geçirildi. Kreşlerde çocukların tankların önünde ölen sivilleri canlandırdığı piyesler sergilendi. Cumhurbaşkanı darbecilerin kendisini bulamayışını (Sevr Mağarasını kastederek) Nur Mağarası'ndaki örümcek ağı sayesinde Peygamber'in bulunamayışına benzetecekti. Yıldönümü yaklaşırken ise “15 Temmuz, bizim yeni Çanakkalemiz, Dumlupınarımız, Sakaryamızdır. Bundan sonra ülkemizde hiçbir şey 15 Temmuz öncesi gibi olmayacaktır” diyecekti. “Buradan aldığımız cesaret ve özgüvenle elde edeceğimiz bir sonraki zafer, 2023 hedeflerine ulaşmak olacaktır” diye ekleyecekti. Durumun vehametini ise “Ya olacağız ya öleceğiz!” vecizi ile taçlandıracaktı.

Cumhurbaşkanlığı'nca “15 Temmuz Destanı” adıyla hazırlanan afişlerin 8’i zafer anı, 4’ü ise çatışmanın devam ettiği sahneleri içermekteydi. Meclis'in bombalanması, yaralı siviller ve izleyici olarak çatışmanın ortasına yerleştirildiğimiz kompozisyonlar kuşkusuz ki travmayı sürdürücü işleve sahiptir. Sonuç olarak 15 Temmuz, AKP iktidarının başından beri arayıp da bulamadığı o seçilmiş travma olarak bir kurucu anlatı biçiminde şekillendiriliyor. Toplumsal travmaların anıtlaştırılması ve anlatısı travmatik anı betimler biçimde değil, travmatik olayın sonlanışına işaret eder biçimde olduğunda iyileştirici işleve sahip olacaktır. Elbette bu uyarı ancak iyileştiriciliğe dair bir niyet olduğunda işlev görebilir.

Son olarak şunu hatırlatmak isterim: Bu yeni anlatıda askerin rolünün beklenmedik hasarları olabilir. Askerlik uyum göstermesi oldukça güç olabilen bir “görev”. İşe girebilme, evlenebilme izni gibi geleneksel sonuçları itibari ile de bir erişkinliğin tescili işlevini görüyor. Askerliğe elverişsiz bulunmak ya da tamamlayamamak ise utanç nedeni olabiliyor.

Adeta erginlenme ritüeli gibi. Erginlenme ritüelinden toplumsal kabul bileşenini çıkarırsanız geriye salt eziyet kalır. Asker intiharlarındaki artışın bir nedeni belki de tekrarlayan bedelli askerlik uygulamaları ile adeta “parasını denkleştiremeyen” garibanlara özgü hale gelip artık salt eziyet olarak algılanmaya başlanılmasıdır. Darbe girişimi sonrası asker imgesi düşmanlaştırılmaya başlanmış, afişlerde bu durum zirveye taşınmıştır. Zorunlu askerlik uygulaması halen devam ediyorken bu durum büyük krizlere gebe olabilir.

1- László, J., Ferenczhalmy, R., & Szalai, K. (2010). Role of agency in social representations of history. Societal and Political Psychology International Review, 1(1), 31-43.
2- Volkan, V. D. (2001). Transgenerational transmissions and chosen traumas: An aspect of large-group identity. Group Analysis, 34(1), 79-97.
*”Self agency” kavramını bu metinde özyeterlilik sözcüğü ile ifade etmeyi tercih ettim.
**Prof. Dr. Arşaluys Kayır’ın ropörtajı bütün olarak okunmaya değer. http://t24.com.tr/haber/prof-arsaluys-kayir-anneannemin-nefes-alirken-uzerine-toprak-atilmis-nefes-darligi-bize-yadigar-kaldi,294534