Planımız hazırdı. O gece son kez sıradan insanlar olarak uyuyacak, sabah olduğunda bambaşka bir hayata uyanacaktık. Fakat beklemediğimiz bir şey oldu. Ayza ile ben ilk defa rüyamızda düştüğümüzü gördük

Kuş kanatları

YEŞİM COŞKUN

O sabah uykumuzdan, düştüğümüzü hissederek uyanmıştık. Bu kötüye işaretti. Böyle olmamalıydı. Planımız bu değildi. Rüyamızda, ellerimiz ve yeryüzünün senfonisi tarafından hayal kırıklığına uğratılmıştık. Oysa hayallerimiz hiç böyle değildi ki.

Her şey en iyi arkadaşım Ayza’nın öncü olduğu kuş kanatları biriktirme geleneğimizle başladı. Sokakta, parkta, sahilde, ne zaman bir yerde bütününden kopmuş bir kanat parçası görsek onu hemen çantamıza atıp evlerimize götürdük. Kuş türlerinden falan anlamayız biz, işin romantikliğindeyiz. Siyah gür kanatlar, beyaz cılız kanatlar, bazen de sarı, mavi tüyler... Hani şu filmlerde mektup yazan kadınların tuttukları tüylü kalemler gibiydiler.

Annem kuş kanatlarını her gördüğünde onlardan mikrop kapacağımı söyleyip beni bu romantik (hem de bedava) hobimden vazgeçirmeye çalıştı. Ayza’nın annesinin de ona aynısını yaptığından eminim. Anneler iyilerdir, hatta o kadar iyilerdir ki hayat onları iyi şeylerden korkar hâle getirmiştir.

Ayza ve ben. Biz iyi şeylerden korkmayız. Dolayısıyla kuş kanatlarından vazgeçmedik. Eskiciye gidip kendimize kocaman bir sandık aldık ve kanatları oraya yığmaya başladık. Birkaç yıldır bu hobiyle uğraşıyoruz ve tahmin edersiniz ki elimizde epey kanat birikti.

Ayza ile oturup bu konuyu uzun uzun konuştuk. Bu kadar zamandır kanat biriktirmemizin bir anlamı olmalıydı. Acaba uçmamız mı gerekiyordu? Gökyüzüne varıp, kanatlarını aşırdığımız sahiplere saygı uçuşunda mı bulunmamız gerekiyordu? Yoksa “Uç uç uğurböceği annem sana terlik pabuç alacak,” diye bunca yıldır binlerce terlik borçlandığımız uğur böceklerinin peşinden uçup “Buyurun uğur böcekleri işte borçlarımız,” mı dememiz gerekiyordu? Ayza ile birlikte annelerimize gidip “uğur böceklerine en az bin terlik borçlu olduklarını, bu borçlarını ödemezlerse ahirette gün yüzü göremeyeceklerini” söyledik. Annelerimiz inançlı kadınlardır. Her ne kadar bu lafımız gülünçlerine gittiyse de ertesi gün oturup uğur böceklerinin ayaklarına uygun küçük patikler örmeye başladıklarını gördük. Ayza ile ben buna bir hayli güldük. Sonra birdenbire gülmeyi bırakıp işe ciddiyetle sarılmaya karar verdik. Uçacaktık. Evet. Başta Hezârfen Çelebi olmak üzere bütün kuşlara saygı uçuşunda bulunacaktık. Kanatları bir araya getirip zamkla yapıştırmaya başladık ve onları kollarımıza geçirmemizi sağlayacak kolluklar diktik. Ayza ile ben her gün birlikte aynı rüyayı görüyorduk. Galata Kulesi’nin tepesine çıkıp kanatlarımızı açıyor, sanki kanat çırpmıyormuş da kanatlarımızla bir orkestraya “ritmi azaltın, yükseltin” işareti veriyormuş gibi yumuşakça ellerimizi kaldırıp indiriyor, yeryüzünün senfonisini yönetiyorduk. Önce binaların, sonra gökdelenlerin üstüne çıkıyor en sonunda da bir buluta varıp bağdaş kurarak oturuyorduk.

Planımız hazırdı. O gece son kez sıradan insanlar olarak uyuyacak, sabah olduğunda bambaşka bir hayata uyanacaktık. Fakat beklemediğimiz bir şey oldu. Ayza ile ben ilk defa rüyamızda düştüğümüzü gördük. Kanatlarımızı açmıştık ama kuvveti yer çekimine karşı koyacak kadar ağır değildi, Galata Kulesi’nin tepesinden yere çakılıvermiştik. Bunu bir işaret olarak yorumladık ve uçuş planımızı ertelemeye karar verdik. Ayza ile kanatlarımızın başına oturmuş neden böyle olduğunu tartışırken salonda açık olan televizyondan garip sesler yükselmeye başladı. Sese dikkat kesildik çünkü duymaya alışkın olmadığımız bir şeylerden bahsediliyordu. Gökyüzünde uçan bir şeylerden. Bizim yerimize, bugün bizim olmamız gereken gökyüzünde! Göz göze geldik. İkimiz de haksızlığa uğramış gibi öfkeliydik ama bir yandan da dün gece gördüğümüz rüyanın işaretini doğru okuyup şu an sezinlediğimiz tehlikeden paçayı kurtardığımız için sevinmiştik. Biz birbirimizin gözlerinden her şeyi anlarız.

Salona doğru usulca yürümeye başladık. Uçuşan şeylerin adını duyuyorduk bu kez: F16, Sikorsky... “Güvercin” değil, “martı” değil. Garip garip isimler. Uçuşuyor ve bombalıyorlardı! Şehirleri, binaları, hayallerimizi... Kuşların özgür ülkesini bombalıyorlardı. Hakarete uğramış gibi hissettik. Kandırılmış gibi. Kuş kanatlarımızla ortada uçuşsuz kalmış gibi. Oysa bize vaat edilen gökyüzü mavi ve berraktı. Bize vaat edilen mavi ise özgür ve paktı. Şimdi kirletiliyordu işte uçuşlarla. Demek insan uçarak da kirlenebiliyordu.

Ayza ile birbirimize sarıldık. Bu dünyaya ait değil miydik? Artık bu gökyüzüne bile... Yeryüzü çileden çıkmış, gökyüzü esir alınmıştı. Annelerimiz uğur böceklerine ördükleri terlikleri televizyon ekranına fırlatıyorlardı. Kuş kanatlarımıza sarıldık, onlardan özür dilemenin bir yolunu bulmalıydık.