Gününü okuma-yazma ve Hikari arasında üç parçaya bölen Kenzaburo Oe, ne dediklerini bir gün mutlaka anlayıp çözeceğine inandığı kuşlara sığınıyor, bin türlü kuş sesini kaydedip dinletiyor oğluna, bir de Bach ve Mozart

Kuş sesleri, re minör adagio, Kenzaburo

ONUR BEHRAMOĞLU
@onurbehramoglu

“Japonya’yı bir kılıcın yarattığı söylenir. Eski Tanrıların bir mercan kılıcı okyanusa batırdıkları ve çıkardıklarında dört kusursuz damlanın denize düştüğü ve bu damlaların Japon adaları olduğu anlatılır. Ben, Japonya’yı bir avuç cesur erkek yarattı diyorum. Hayatlarını unutulmuş bir kelime uğruna vermeye hazır olan savaşçılar tarafından yaratıldı: Onur.”

28 Kasım’da kırk yaşıma girdim. Adımı, adımın anlamına layık olup olmadığımı düşünmekteyken hatırladım ‘Son Samuray’ filminin açılış cümlelerini. Unutulmuş bir kelime: Onur… Ve hayatımı unutulmuş bir kelime uğruna vermeye hazır savaşçılardan biri olma duygusu…

Bir savaş sanatı, savaş disiplini olan aikido ile epeydir ilgiliyim. Ai-ki-do: Enerjiyle uyum, yaşam gücüyle bütünleşip bir olma yolu. Ruhunu aikido ile terbiye eden bir toplum olsaydık, yakıp yıkarak yedi cihana hükmetmiş ceddimizle habire övünmeyecek, ilk tartışmada celallenip karşımızdakini bir yumrukta nakavt etme hırsı duymayacak, çözüm bekleyen sorunlara birçok açıdan yaklaşıp farklı seçenekler üzerinde çok boyutlu düşünme becerileri edinecektik. İri kıyımın ufak tefeğe, güçlünün çelimsize, ilk yumruğu atanın savunmada kalana üstünlük kuracağına dair kör inancımızın sarsılacağını, her tür ilişkide ve hayatın her alanındaki mücadelede güç sandığımız şeyin nasıl büyük bir zaafa dönüşebileceğini öğrenecektik.

Ülkenin hava sahasını ihlal eden bir başka ülkenin savaş uçağıyla ilgili yaklaşımımız “Uyardık, dinlemediler, vurup düşürdük” düzeyinde olmayacak, bizden apayrı fikirler ileri süren insanların üç cümle kurmasına bile tahammül edemeyen algımızın kapıları ardına kadar açılıp farklılıkları zenginlik saymaya başlayacak, “Benim bir karıncaya / ulu nazarım vardır” diyen Yunus Emre’yi derinden kavrayacaktık. Hödüklüklerin, yontulmamışlıkların, inceliksizliklerin cenderesinde boğulup bunalan mutsuz, gergin, patlamaya hazır yaratıklar olmakla insan olmak arasında bir seçim yapılabileceğini görecek, iman ettiğimiz ne varsa korkusuzca irdeleyip belki bazısından vazgeçecek, kendi saçımızdan tutup yükseltecektik kendimizi.

Cesaret tanımımız da, onur anlayışımız da, sevgiye-aşka bakışımız da birçok başka sabit fikrimiz, kuru sıkı atıp tutmalarımız, kof yargılarımızla birlikte değişecekti o zaman. En çok bağıranın en haklı sanıldığı yerde sessizliğin kudretini hissedecek, ne idüğü belirsiz bir hengâmenin goygoyunda başka bir estetiğin mümkün olduğunu kanıtlayan ışığımızı yayacak, Hermann Hesse’nin ‘Siddhartha’sı olacaktık: “Haydutların içinde bekleyen bir Buddha, Brahmanların içinde bekleyen bir haydut vardır. Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez.”

Şu dünyada kırk koca yılı sanki kırk dakikada tamamlamış gibiyken yaşam yolunda ne kadar ilerlediğimi, ilerleme diye bir şey olup olmadığını, içimde bekleyen Buddha’yı ve haydutu, ömrümü adadığım şiiri ve aşkı düşünüyor, bir an göz göze geliyorum kendimle: Fırtınalı denizlerden gelmiş bir kaptanın gözlerine karışmış melankolik çocuk gözleri.

İçerde oğlum uyuyor; bense müzik dinleyerek, müzik yardımıyla düşünüyorum çoğu zaman yaptığım gibi. Nobel ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nun oğlu Hikari’nin ‘Flüt ve piyano için re minör adagio’su ile ‘Flüt ve piyano için 2 numaralı noktürn’ünün ezgileri, yazarla oğlunun içimi titreten fotoğraflarıyla birleşince oturup ağlıyorum bir başıma. “Benim için her şeyin temelinde Hiroşima ve oğlum var” diyor Kenzaburo Oe. Henüz on yaşındayken maruz kaldığı atom bombası travmasını, bomba bir kez de evine düştüğünde yaşıyor; ilk çocuğu, sözcüklerle anlamları arasında bağ kurmasını engelleyen bir zekâ geriliğiyle doğduğunda.

Gününü okuma-yazma ve Hikari arasında üç parçaya bölen Kenzaburo Oe, ne dediklerini bir gün mutlaka anlayıp çözeceğine inandığı kuşlara sığınıyor, bin türlü kuş sesini kaydedip dinletiyor oğluna, bir de Bach ve Mozart. Altı yaşına geldiğinde ilk kez konuşuyor Hikari, evlerinin bahçesinde durup uzaklardaki bir sese kulak kabarttıktan sonra, “Bu…su… sesi…” diyor. Kısa süre sonra da ilk bestelerini yapıyor bu ‘beyin özürlü’ çocuk! “Yapraklardaki çiy gibi ışıldayan bir müzik” diyor Kenzaburo Oe, onun besteleri için, “ve karanlıkta acıyla çırpınan bir ruhun müziği.”

‘Işık’ anlamındaki adını hak ediyor Hikari. Kenzaburo ne demek, bilmiyorum; ‘Şefkat’, ‘Merhamet’, ‘İnanç’, ‘Sevgi’, ‘Onur’ anlamlarına layık olduğunu biliyorum yalnızca.

Bana göre insan, yazgısı kesinleşene kadar elinden geleni yapar. Savaşır. Savaştan kastım, aikido: Yapraklardaki çiy gibi ışıldayıp karanlıkta acıyla çırpınan kalplerimizin cevherini duymak. Savaştan kastım, şibumi: “Azımsanan alçakgönüllü güzellik, ifade dolu bir sessizlik”, belki şiir, belki müzikle ruhumuzun ve başka ruhların, kardeş ruhların yaralarını sarmak. Savaştan kastım, vurulup düşen uçaktan paraşütle atlamış pilotu -havada, savunmasız, çaresizken- “Allahuekber” nidalarına eşlik eden makineli tüfek ateşiyle katledenler çağında, boynumuzdaki aşk terine, terdeki tuza, içerdeki odalarda uyuyan oğullarımıza-kızlarımıza yaraşmak.

Savaştan kastım: Kuş sesleri, re minör adagio, Kenzaburo…