MHP ile Erdoğan başkanlığındaki AKP’nin milliyetçi ve mezhepçi düzlemde işbirliğini de hesaba katarsak tablo netlik kazanıyor.  Önümüze gelen çok açık bir biçimde inşa edilmek istenen tek adam diktatörlüğünde bir İslam devleti kurgusudur

Kuşatma altında*

ZEYNEP ALTIOK AKATLI
CHP İzmir Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı


Ve dalgakıranlarla zincirlenmiş deniz

Gitgide çürüyen bir su olmada artık

Akıtmada zehrini doğaya

İçimizdeki bataklık...*

Darbecilerle mücadeleden diktatörlük inşasına

15 Temmuz’un ardından artık önümüzde bambaşka bir Türkiye var. Gündemi takip etmeye, ayak uydurmaya, muhalefet zeminlerini yakalamaya hızımız yetmiyor. Her gün yeni gözaltılar, operasyonlar, soruşturmalar, görevden almalar, kapatılan gazeteler, tutuklanan yazarlar, TBMM’den ve muhalefet partilerinden saklı gizli başlatılan sınır ötesi askerî operasyonalar, kanlı saldırılar, kurban edilen askerler, polisler, siviller… CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na bile roketlerle pusu kurulabilen bir memleket halindeyiz. Çoğu zaman bir Hollywood yapımı izler gibi hissettiğimiz, hatta Zaytung haberi saçmalığında inanmadığımız konuların gerçekliği ile sarsıldığımız günlerden geçiyoruz.

Tablo sancılı. Valilerin çevrecileri kafa koparmakla tehdit ettiği, iktidar partisi yandaşlarının darbecilerin eşleri ve kızlarını kendilerine helâl ilan ettiği, durumdan vazife biçenlerin muhbirliğe soyunduğu, başta Cumhurbaşkanı’nın ağzından ölüme güzellemeler düzülerek şehit vermemek için değil de adeta daha çok şehit için çığırtkanlık yapılan günler. “Adam gibi ya da madam gibi ölmek” sözleriyle giderek derinleşen ayrımcılık ve nefret günleri bunlar. Ölüm kültürüyle beslenip ayrımcılık üzerinden devşirilen bir İslâm ideolojisi çerçevesinde başta kadın olmak üzere tüm toplum katmanlarının hedef alan çağdışı ve demokrasi karşıtı bir siyasal iktidar var karşımızda.

15 yıl boyunca darbe için kolları sıvayanlarla el ele, kol kola, omuz omuza yürümemişler gibi tarihi buharlaştırmaya çalışarak kendini temize çıkartma gayretkeşliğinde kendi bindiği dalı keserek sona yaklaşan bu diktatörlük ne yazık ki geleceğimizi de beraberinde sürüklüyor.

Fethullah Gülen Cemaati denen yapı en büyük kötülüğünü 15 Temmuz’da gerçekleştirdi. Şimdi sırada itiraf mekanizmaları, gizli tanıklar, işbirlikçilik süreçleri var. Gülen Cemaati’ne karşı girişilen temizlik için yeni ve kullanışlı bir tanımla yürütülmekte olan cadı avına kılıf ise Cumhurbaşkanı’nın kendi tabiriyle “at izinin it izine karıştırılması” sözleriyle hazırlandı bile. Öyle bir süreç ki Cemaat’in çoktan ele geçirdiği kadroları tasfiye etmekle kalmıyor fırsattan istifade tüm muhalifleri de derdest ediyor. Zamanında Taraf Gazetesi okuyan polisleri ülkenin demokratikleştiğinin göstergesi kabul eden yarım akıllı ya da işbirlikçi “demokratlar” bugünleri hazırlayan kendileri değilmiş gibi hak ve hukuk sloganları atıyorlar. Oysa ülkenin içerisine gömüldüğü bu çukuru kazanlar kadar veballeri var.

Darbe, Cemaat ve AKP

15 Temmuz’un merkezinde Gülen Cemaati’ne mensup askeri unsurları olan gerçek bir darbe girişimi olduğu aşikâr. İfadeler, itirafçılar, çeşitli belgeler, Balyoz Davası’ndan tutuklanan askerlerin geçmişte işaret ettikleri isimlerle darbe girişimine karışanların örtüşmesi gibi çok sayıda olgusal gerçeklik Gülen Cemaati’ni işaret ediyor. Darbenin dış ülkeler ayağı başka ve kapsamlı bir tartışma konusu. Öte yandan bu darbenin bir de sivil siyaset ayağı olması gerekir. Buna dair en ufak bir bilginin açığa çıkmayışı akıllara bu ayağın AKP’de yoğunlaştığını getiriyor. Dahası Fethullah Gülen’e övgüler düzen AKP İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık ve AKP Burdur Milletvekili Reşat Petek gibi iki tescilli Cemaatçi profilin TBMM’de darbenin araştırılması için kurulan komisyonda görevlendirilmiş olması AKP’nin bu anlamda sıkışmışlığının bir göstergesi.

kusatma-altinda-205922-1.

Cemaatle mücadele mi? Diktanın inşası mı?

Saray ve AKP darbe girişimi sonrası önüne geleni yıkıyor, kontrolsüz biçimde ülkeyi parçalamaya devam ediyor. Geçmişte Cemaat’le el ele yürütülen tüm operasyon ve kadrolaşma adımlarının kullanışlı unsurları şimdi “Cemaat’le mücadele” adı altında devreye sokulmakta. Bugünün iktidarı hem kendisine ihanet eden Cemaat’e hem de önüne çıkan tüm muhaliflere topyekûn savaş başlatırken elbette yerini ve gücünü borçlu olduğu Cemaat’in ta kendisinden öğrenilmiş kötülükten daha özgün bir enstrüman bulamayacak. Cemaat’ten ve muhaliflerden kurtarılan(!) yerlere temelsiz, çapsız, derinliksiz, eğitimsiz sığ ve yoz kadrolarıyla atamalar yaparak bugünü kurtarıp OHAL fırsatçılığı ile ‘Başkanlık sistemi’ sayesinde sultanlık derdinde birinin elinde ülkemiz uçurumun eşiğinde.

AKP özellikle kamuda tamamen kontrolünü yitirmiş durumda. Güçlenirken güçsüzleştiğini, büyürken küçüldüğünü, kalabalıklaştıkça yalnızlaştığını göremeyecek kadar da devlet yönetmekten uzak ve basiretsiz. Bugüne kadar 110 bin kamu personeli görevden uzaklaştırıldı. Bir hukuk devleti böyle davranamaz, ‘terör örgütüne’ kimin hangi düzeyde yakın olduğunu araştırır, tespit eder ve yargı önünde hesaplaşır. 1980 darbesi bile devrimci, solcu kamu personeline karşı bu denli saldırgan ve kontrolsüz değildi. Bugün Gülen Cemaati mensuplarıyla birlikte solcu, cumhuriyetçi, Atatürkçü, demokrat, muhalif kamu çalışanlarının tasfiyesi ile karşı karşıyayız. Bu süreçte KESK’e bağlı kamu çalışanları Gülen Cemaati’ne mensup olmak suçlamasıyla görevden uzaklaştırıldı. Oysa biliyoruz ki KESK’in tarihi cemaatler ve tarikatlarla mücadele tarihidir. Başta KESK olmak üzere kamuda görev yapan sendikalı memur ve işçilerin, AKP’li belediyelerde görev yapan solcu devlet memurlarının, işçilerin, hekimlerin, sağlık personelinin, Şehir Tiyatroları’nda çalışan muhalif oyuncu, yönetmen ve sanatçıların bile ihbarlar üzerinden suçlanıp tasfiye edilmesi muhaliflere yönelik bir operasyon yürütüldüğünün açık göstergesi. Son dalga ise “milli iradeyi” açıkça yok sayarak HDP’nin seçilmiş siyasetçilerine, milletvekillerine bir anlamda parlamentoya operasyon düzenlenmesi oldu. Bu açıkça demokrasinin yok edilmesi, TBMM’nin yok sayılarak faşizmin somutlaştırılmasıdır. AKP dün kol kola “süreç” yönettiği seçilmişlere yönelik operasyonlarla tavan yapan tutumuyla 12 Eylül faşizmini bile aratıyor. Bugün nasıl hepimiz, tüm toplum, tüm seçilmiş siyasetçiler tereddütsüz bir şekilde terör ve şiddetin karşısında duruyorsak aynı şekilde sivil siyasete yönelik bu ağır baskının da karşısında durmak zorundayız.

Gitti cemaat, geldi tarikat

Gülen Cemaati’ne ait okullara el konulması sonrası neredeyse tamamının imam hatip okullarına dönüştürülmesi, buralara mülakatla (yandaşlıkla) personel alınması, üniversitelerin rektörlük devir teslim törenlerinin, yeni öğretim yılı açılışlarının Kuran ve dualar eşliğinde gerçekleşmesi, SADAT gibi ne olduğu hala belirsiz dinci bir kontrgerilla örgütünün sahibinin Erdoğan’a danışman olarak görevlendirilmesi, Devlet Tiyatroları’nda “milli ve yerli” tiyatro oyunlarının oynanacağına ilişkin tuhaf açıklama, AKP’lilerin sık sık diğer Cemaat ve tarikâtlere rahat olmaları yönünde güvence vermesi, başörtüsünün Danıştay’a ve Emniyet’e girmesi, GATA’nın başına tarihe nispet yaparcasına başörtülü birinin görevlendirilmesi, Diyanet ve din adamlarının mezhepçi ve cinsiyetçi fetvalarının devlet televizyonlarında dillendirilmesi özetle Saray’ın ve AKP’nin bu süreçten hiç ders almadığının, tersine bu krizi fırsata çevirmek istediğinin kanıtı gibi. Son derece önemli bir coğrafyada bu denli kritik bir jeopolitik konumda TSK’nın emir komuta zincirini, eğitim geleneğini ve tarihsel aidiyetlerini yok etmek, içine sızmış olan örgütü tasfiye etmek değil, bizzat kendi ordusunu tasfiye etmek anlamına gelir. Önümüzde darbecilerle yürütülen bir mücadeleden çok siyasi İslam ideolojisinin tüm unsurlarını işletmek üzere bu kez farklı cemaat ve tarikâtlerle işbirliği içinde kadrolaşan ve yeni düzenlemeler getiren açık bir dönüşüm hareketi var.

Darbeciler içeride, fikirleri iktidarda

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası ilan edilen OHAL, bu kapsamda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, TBMM’nin işlevsiz bırakılması, torba yasalarla çevre kıyımına kapı aralayan, büyük bir neoliberal dönüşüm ve sömürü mekanizmasının devreye alınması gibi uygulamaların tamamı eğer bu darbe girişiminin gerçekten bir “üst aklı” var ise bu “üst aklın” arzuları ışığında gerçekleşen uygulamalar olarak karşımıza geliyor. Varlık Fonu ile sermayeye sınırsız imtiyazlar tanınmasının yasal alt yapısı tamamlanırken büyük projelerde çevre ve çevre hukuku tamamen devre dışı bırakılıyor. Milyonların alın teri, emeği, hakkı fon üzerinden sorgusuz, sualsiz, kanunsuz, denetimsiz bir biçimde sermayeye sunuldu. Kimi şehirlerin neredeyse tek kalan yeşil alanı olan askerî okulların bahçeleri ve arazileri boşaltılıp inşaat rantının önüne serilmesi sağlandı. İçeride emekçiye, muhalife, isyancıya göz açtırmamak için polise sınırsız alan açıldı. Ülkeyi güvenliksiz ve korumasız bırakacak şekilde itibarsızlaştırılan ve yetkisizleştirilen TSK, Saray’ın güdümüne sokulurken Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlandı ve Cumhuriyet geleneği ile yetişen subayların okulları kapatıldı.

Erdoğan önündeki tüm muhalif odakları ve engelleri tek tek tasfiye edip resmen diktatörlüğünü ilan etme yolunda emin adımlarla ilerliyor. Sokağın üzerinde kurduğu polis baskısına, IŞİD ve PKK’nın canlı bomba eylemleri eşlik ediyor. İşçi sınıfının ve örgütlü emekçilerin üzerinde kurduğu soruşturma, görevden alma baskısına, ihbarcılık ve itirafçılık eşlik ediyor. PKK’ya yönelik operasyonlar sosyalist sola ve seçilmiş siyasetçilere yönelik operasyonlar için araç olarak kullanılıyor. Son olarak CHP ve en geniş cumhuriyetçi, laik kitleler üzerinde kurduğu devlet baskısına, yandaş medyası, operasyon hesapları ve “ben” demekten kurtulmayı başaramayan iç tartışmaların özneleri e��lik ediyor. MHP ile Erdoğan başkanlığındaki AKP’nin milliyetçi ve mezhepçi düzlemde işbirliğini de hesaba katarsak tablo netlik kazanıyor. Önümüze gelen çok açık bir biçimde inşa edilmek istenen tek adam diktatörlüğünde bir İslam devleti kurgusudur. Cihatçı terör örgütlerine 'öfkeli Müslümanlar' gözüyle bakarak yol arkadaşlığı yürüten, İŞID başta olmak üzere İslami terör örgütleri ile içli dışlı ilişkiler yürütürken ordusunun başında yer alan güçlü lider imgesi ile yürüttüğü Cerablus operasyonuna 12 yaşındaki çocukların kafasını kesen, insan ciğeri yiyen cihatçıların eşlik etmesini dahi tartışmıyor, tartıştırmıyor. Her şeyi o biliyor, herkese had bildiriyor, her aklı, bilimi dışlıyor, her kapıya, her mevkiye pay veriyor. Bağırıp çağırıyor, esip yağıyor, susturuyor, sindiriyor ve sokak boyunca yoluna devam ediyor.

Fakat Erdoğan’ın ve AKP’nin unuttuğu bir husus var. Burası sıradan bir Ortadoğu ülkesi değil. Burası laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan ve Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti. Siyasal iktidar olmak 80 yıl boyunca çağdaşlaşma yolunda aydınlanma devriminin ilmek ilmek işlendiği kurucu ilkelerle pekişmiş kuşakların, gençlerin, kadınların tüm duygu ve düşüncelerini, reflekslerini ve tutumlarını kontrol etmek anlamına gelmez. Özellikle de bu cumhuriyetin temsil ettiği fikrin örgütlü olduğu Cumhuriyet Halk Partisi varken hiç de kolay olmaz. Cumhuriyet Halk Partisi bugün parlamento çatısı altında her biri diğerini keskin bir nefretle iten, ötekileştiren, aidiyetler ve kimlikler üzerinden siyaset kurarak kendi çıkarları doğrultusunda şiddet ve çatışma üretenlerin karşısında toplumun tüm kesimleriyle ilişki kurabilen, tüm kesimlerin mağduriyetlerine ses olabilen tek parti. “Ben” diye kükreyen mevcut karanlığın karşısında Önce Türkiye diyerek Türkiye’nin birleştirici gücü olmaya en kuvvetli aday. En önemlisi laik Cumhuriyet’in kurucusu ve gerçek demokrasinin teminatı olarak karanlığın, bu sistemli ve planlı dönüşümün karşısında bu ülkenin tüm aydınlık insanlarıyla birlikte direnmeye de devam edecek.

Kuşatma altında

vermem gerekiyor

Ömrümü etkileyecek kararları,

Fakat hiçbir şey kurutamayacak

Çorak topraklarda yeşerttiğim aşkı… *