Sol çevrelerde, AKP iktidarının kaderini ekonomideki bozulmalara, bazen olası bir krize bağlayanlar var

Sol çevrelerde, AKP iktidarının kaderini ekonomideki bozulmalara, bazen olası bir krize bağlayanlar var.

Bu beklenti geçerli midir? 2014’ün son üç ayına girerken Türkiye ekonomisinin durumuna, sorunlarına kısaca göz atarak tartışalım.

Kuşbakışı bir gezintiyle yetinelim. Başlıklardan her birini ileride ayrıntıyla tartışmak üzere…

***

Orta vadede ekonomiyi durağan bir gelecek beklemektedir.

Çeşitli belirtilere göre, Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli gerilemektedir. Cari fiyatlarla sermaye birikim oranı yüzde 20 civarında tıkanmıştır. “Orta gelir tuzağı” söylemi, Türkiye için geçersizdir. Büyümenin anahtarı hâlâ sermaye birikimindedir. Bu yatırım temposu, dinamik bir ekonomi için yetersizdir.

Tüm göstergeleri dikkate alarak Türkiye ekonomisinin on yıllık (2011-2020’yi kapsayan) büyüme ortalamasının yüzde 4 eşiğini aşamayacağı beklenebilir. Üstelik, küçülme yılları, olası krizler, iniş-çıkışlar içererek…

Kronik dış bağımlılık zaman içinde artmaktadır.

Yetersiz yatırımlar ile daha düşük ulusal tasarrufların birlikte gerçekleşmesi, kronik dış açıklara yol açar. Türkiye bu durumdadır; dolayısıyla durgunluk ile yapısal dış bağımlılığı birlikte gerçekleştiren sağlıksız bir “sentez” içindedir.

Daha da kötüsü, AKP’li yıllarda ulusal tasarruflar hemen hemen kesintisiz aşınmış; yüzde 15 eşiğinin altına yerleşmiştir. Sonuç, cari işlem açığının olağan konjonktürlerde artması, küçülme yıllarında dahi süregelmesidir.

Türkiye ekonomisinin yapısal dış bağımlılığı zaman içinde artmıştır.

Kısa vadede milli gelir dış kaynak girişlerine bağlıdır.

Bu durumda ekonominin bugünden yarına, kısa vadeli büyüme temposu, hemen hemen tamamen dış kaynaklara bağımlıdır. Nitekim son altı ayda büyüme hızındaki düşme, büyük ölçüde toplam sermaye girişlerinin gerilemesinden kaynaklanmıştır. 2014’ün yüzde 3 civarında bir büyüme ile tamamlanması beklenmelidir.

Sermaye hareketlerinin yakın geleceği, hem dünya, hem Türkiye açısından belirsizdir. Avrupa Merkez Bankası’nın likidite pompalaması, Türkiye’ye de “sıcak para” biçiminde taşabilir. Ne var siyaseti ve ekonomisi ile Orta Doğu bataklığına fazlasıyla bulaşmış bir Türkiye, spekülatif finans için dahi çekici olmaktan çıkabilir.

Giren yabancı sermaye istikrarsız ve spekülatiftir.

Yabancı sermaye girişlerinin önemli bir bölümü spekülatif, sıcak para öğelerinden oluşmaktadır. AKP’nin ilk beş yılında sıcak para, toplam sermaye girişinin yüzde 23’ünü oluşturuyordu, 2008-2013’te iki misli artmış, yüzde 46’ya ulaşmıştır. Yabancıların Türkiye’deki varlıklarının giderek artan bölümleri, “ani çıkış” yapabilecek (hisse senedi, tahvil gibi) portföylere bağlanmıştır.

İkinci sorun, hızla artan, 388 milyar dolara ulaşan dış borçlarla ilgilidir. 2007’den 2013’e dış borçların yıllık artış oranı yüzde 7,6’dır; milli gelirin ortalama büyüme hızının iki misli üzerindedir.

Üçüncü sorun kısa vadeli borçların payının 2007’den bu yana aşağı yukarı iki misli artmış olmasıyla ilgilidir. Uluslararası ortamın bozulduğu dönemlerde önem taşıyan dış yükümlülükler, kısa vadeli olanlardır.

Uluslararası finans kapital açısından Türkiye kırılgandır.

Bir de, özellikle finans kapitalin, “işler karışırsa paramı çıkartabilir miyim; alacağımı toplayabilir miyim?” soruları ile bağlantılı “kırılganlık” durumu var. Bu soruyu soranlar için en önemli güvencelerden biri, kısa vadeli dış yükümlülüklerin Merkez Bankası döviz rezervlerine oranıdır. Bu oran son yıllarda iki misli artmış; kısa vadeli borçlar brüt rezervleri aşmıştır.

Kısa vadeli dış borçlara, vadesi bir yıl içinde dolan uzun vadeli dış borçları ve 12 ayın cari açık tahminini ekleyin; Türkiye’nin bir yıllık dış kaynak gereksinimine ulaşırsınız. IMF bu gereksinimin sürekli artmakta olduğunu ve 2014’te 239 milyar dolara (milli gelirin yüzde 28.1’ine) ulaştığını belirlemişti.

Demek ki, Türkiye sadece artan bir dış bağımlılık içinde değildir; dünya ekonomisinin çalkantılarına karşı da çok kırılgandır. Finans çevreleri, 2013’ün ikinci yarısında dört kırılgan çevre ekonomisinden birinin Türkiye olduğunu, bu tür kritik göstergelere bakarak belirlemişlerdi.

İşsizlik ve mutlak yoksullaşma belirleyicidir.

Dış bağımlılık, düşen büyüme hızları, orta vadede de durgunlaşma, yüksek kırılganlık... Bunlar kendiliğinden iktidarı sarsacak ekonomik etkenler değildir.

Dahası, gerici-tutucu bir ideolojik kuşatma altına girmiş olan halk sınıflarının, salt bölüşüm bozulmalarına karşı duyarlılığı da aşınmıştır.

Bugünkü ortamda sınıfsal tepkileri kendiliğinden tetikleyecek, bunları siyasete yansıtacak etkenler, mutlak yoksullaşmayı, işsizliği artıran olgular (kısacası ağır bir kriz) ile sınırlıdır.

Siyasi iktidarı sarsabilecek, ilerici, anti-faşist bir toplumsal muhalefet, ağır bir kriz beklentisinin rehaveti içinde geliştirilemez. Bence, tam aksine “normal” ekonomik ortamlarda da geçerli, sözünü ettiğim ideolojik kuşatmayı çökertmeyi hedefleyen, sistem eleştirileri içeren uzun vadeli bir mücadele platformu gereklidir.