Küsuratız biz. İçine Mem ile Zin’i, Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u, Ahmed ile Leyla’yı alan, kocaman ama küçücük bir küsurat

Küsurat

İlker Ekici

Karlar üstünde düşlerimizin kanı var şimdi. Baktıkça tazeliğine şahitlik ediyor, baktıkça nefretimizi biliyoruz kar karanlığında.

Acının, iliklerimizden ruhumuza yürüdüğü bir toprak parçasında, umutlarımızı patlattılar, “Allah büyüktür” diyerek… Halbuki yan yanaydık bir süre evvel. Yıllar bizi birbirimize muhtaç etmişken, birden ayrılığı öğrendik Lice karpuzu gibi yarıldık orta yerimizden. Kentlerimizde gezecek alanları inşaatçılar yok etmişken, serbest gezen tavukların yumurtalarında medet arar olduk bir süre.

Bir Ezidi ibadetinin huşusunda yüzümüzdeki güneşin sıcağı, secdesinde selam veren ehli namaza uzanırdı umudumuzda. Sevince Deyrülzeferan olurdu sonra her bir yanımız, kahvaltıya katık ederdik tüm sevgimizi.

Anadolu denen yer; kinden, nefretten, savaştan arındırılmış yüzölçümüyle yediyüzseksenbin küsür metrekareydi. O küsurat hep bizdik aslında: Ölmeye mahkûm edilenlerin yer altında kapsayacağı toplam toprak. Kalemine mürekkep çekenlerin ayalarındaki mürekkep izinde Nuh’un tufanına rahmet okutacak bir nefret fırtınasının tahribatı vardı. Her yerden savrulup, Akdeniz’e de boy veren kısrağın yelesinde artığı kalmış bir yok ediliş destanı.

Biz bu toprağın artakalanlarıydık. Ayrık otu misali boy verdik de her seferinde ezim ezim ezdiler her birimizi de inatla büyüyüp toprağın bağrını delmeye devam ettik. Baba İshak’tan, Börklüce’den, Torlak Kemal’den bugüne nice bedenle devri daim eyledik.

Sessizliğimiz, çaresizliğimizin yularıdır. Nice kalemde dile gelmiş acıların pekmezinde, kaynayan umutlarımız şimdi yüreğimizin avuçlarına zehrolup dökülüyor. Her gün bir şeyler söylüyor ince kara kutular. Her gün ölüm anonsları, faili meçhuller, takım elbiseli heyetlerin yüzünde resmiyetin soğukluğu. Acılarımıza bile öfkeleniyorlar. Tekmeleniyor tabutlarımız, mezar taşlarımız tükürüklere boğuluyor. Avukatlarımız cübbelerine küskün, cübbeler adalete.

Biz aklın dergâhında cehalet kapısından yol almaya kalkan çilekeşleriz. Ve her mezhebin diğeri diye gösterdikleri.
O küsuratız biz. İçine Mem ile Zin’i, Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u, Ahmed ile Leyla’yı alan, kocaman ama küçücük bir küsurat.

Geçen her günün sermayesi ömürden gitse de, kulaktan kulağa aktarılan bir hikâye olmaktayız. Diğerlerinin hikâyesi. Yeryüzünü aşkın yüzü yapıncaya dek kavilleşenlerin. Toprak, orada işte. Öylece durmakta. Üstünden niceleri geldi gitti, petrol oldu fosilleri. O fosiller yüzünden patlamakta bombalar, parçalanmakta bedenler.

İçimizde bir bakı etkisi, acı düşen yamaçlarımız daha erken olgunlaşmış.

Ancak, bu bir aidiyet hikâyesi. Biz toprağa saygı duyduk, üstüne basarken parmak uçlarımızda yürüdük. Aşık Veysel’in görmediği toprağa düzdüğü şiirde bir dize olmayı seçtik. Kimi sadık oldu, kimi yar. Mülkiyeti reddederken, arafa düşüp dünyalığını Karun gibi kuranlara gülüp geçtik.

Yeni bir yıl ilk döngüsü bitti. İnsan, kendini değiştirmediği sürece yenilik rakamsal bir ifadenin fazlası değildi halbuki.
Bu yüzdendir ki, sesleniyoruz ötekiler olarak, berikilere.

Şimdi ezanımız okunuyor yine kulaklarımıza. Öldüklerimizden çok doğduklarımızla merhaba diyoruz. Ve her ölümü, umudumuzla suluyoruz yattığı toprağın küsuratında.

Bileniyoruz.

Biliyoruz.

Her sıkılı yumrukta bir öfke, her sıkılı dişte yaşama gailesi.

Biz, toprağın çocuklarıyız. İçine kondukça hızla büyüyüp, boy veren.

Biz küsuratıyız işte hayatın.