Bugün 10 Ekim. Ankara Tren Garı önünde emek, barış ve demokrasi için bir araya gelmiş 103 insanın, IŞİD tarafından katledilişinin altıncı yılı. O günler, Suruç’un acısı hâlâ çok taze. 20 Temmuz 2015, savaş bölgesindeki çocuklara oyuncak götürmek için Urfa’da bir araya gelen 33 gencin öldürüldüğü gün olarak Türkiye’nin kanlı tarihindeki yerini almış. Halk, bu terör ortamının bir an önce son bulması, suçluların cezalandırılması, ülkeye barışın ve uzlaşının hâkim olmasına dair talebini hükümete duyurmak için başkentin meydanında toplanmış. AKP’nin iktidardan düşmesiyle sonuçlanan 7 Haziran 2015 seçiminden itibaren şiddeti hızla yükselen bir kâbus yaşanıyordu. 400 vekil vermeyip iktidarı koalisyona mecbur bırakan halk, terörün korku ve acı dolu karanlığına battıkça batıyordu. Üç ay içinde yaşanan iki büyük kanlı terör saldırısı, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun tabiriyle memleketin ‘kokteyl terör örgütleri’ tarafından ele geçirildiği izlenimini veriyordu. 1 Kasım 2015 seçimleri AKP’nin yeniden tek başına iktidar olmasıyla sonuçlandı. Ve yaklaşık 6 ay sonra Türkiye siyasi tarihinde bir ilk yaşandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talebiyle, seçilmiş Başbakan Ahmet Davutoğlu parti genel başkanlığı da dâhil olmak üzere görevlerinden istifa etti.


***


İki seçim arasında yaşadığımız ve 1 Kasım sonrası bıçak gibi kesilen bu katliamlar ile ilgili açılan soruşturmalar gerektiği gibi genişletilmedi. İdare mahkemesi kararları, yüksek mahkemeler tarafından bozuldu. Bunlardan biri, 9 yaşındaki oğlu Veysel ve eşi İbrahim Atılgan’ı Barış Mitingi’ne yapılan saldırıda kaybeden Nezihe Atılgan’ın, İçişleri Bakanlığı ve Ankara Valiliği’ne karşı açtığı tazminat davası… İdare Mahkemesinin “istihbarat olmasına rağmen, gerekli güvenlik tedbirlerinin alınması noktasında hizmet kusuru bulunduğu” gerekçesiyle Nezihe Atılgan’a 1 milyon lira manevi tazminat ödenmesi yönünde aldığı karar Danıştay’da 30 bin liraya düşürüldü ve idarenin ‘hizmet kusuru olmadığına’ hükmedildi. Saldırının ardından polisin ölü ve yaralıların olduğu alana biber gazı sıktığı, bu müdahalenin yaralıların hastaneye götürülmesini geciktirdiği, olay yerinin koruma altına alınmadığı, olay yeri inceleme ekipleri ve savcıların gar önüne saatler sonra geldiğine dair tespitler dikkate alınmadı. Peki ya öncesi? Katliamı gerçekleştiren iki canlı bombadan biri olan Yunus Emre Alagöz, istihbarat tarafından aylardır aranıyordu. Buna rağmen takibe takılmadan, özel araçla Gaziantep’ten Ankara’ya gelebilmiş, üzerindeki bombayla bir taksiye binebilmiş, miting alanının yakınındaki bir kafede çayını içerken insanların toplanmasını beklemişti. Hakkında yakalama kararı olan Yunus Emre Alagöz, yaklaşık üç ay önce Suruç’ta 33 genci öldüren intihar bombacısı Abdurrahman Alagöz’ün ağabeyiydi.

***

Suruç’ta yakınlarını kaybeden ailelerin, kamu makamlarının görev ihmalinde bulunarak, ölenlerin yaşam hakkını ihlal ettiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne yaptıkları başvuru hafta başında karara bağlandı. IŞİD’in saldırı yapacağına dair istihbarat olmadığını gerekçe gösteren Anayasa Mahkemesi, dolayısıyla yaşam hakkı ihlali de yoktur dedi. Ankara ve Suruç katliamlarını gerçekleştiren Alagöz kardeşlerin ikisinin de poliste arama kaydı vardı. Adıyaman’daki İslami Çay Ocağı’nı işleten kardeşlerin, IŞİD’e savaşçı bulmak için faaliyet gösteren Dokumacılar Grubu’nun üyelerinden olduğu ve istihbaratın elindeki bombalama eylemleriyle ilgili olarak arananlar listesinde adları geçtiği belirtilmişti. Aileleri defalarca haklarında kayıp ihbarından bulunmuş ve polise Suriye’deki IŞİD kamplarında eğitim gördüklerini bildirmişti. Ne var ki Davutoğlu, Türkiye’de bulunan canlı bombaların isim listesinin ellerinde olduğunu, ancak eylem yapılmadıkça tutuklayamadıklarını söylemişti. Katliamların altıncı yılında yüksek yargı, idarenin görev ihmaline de, hak ihlaline de rastlamadı. Tıkır tıkır işleyen kusursuz devlet dersinden, adalet bir kez daha sınıfta kaldı.