Society dergisinin temmuz sayısında Amsterdam Üniversitesi’nden Rob Kroes’in ‘Faşizmin işaretleri yükselişte’ başlığıyla bir makalesi yayınlandı. Kroes, Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri Başkanı seçilmesini hem Clinton ile hem Obama ile kıyaslayarak başladığı tartışmasını tarihin derinlerinde Alman gazeteci Joffe’nin ‘Amerika’nın daha sarışın Mussolinisi’ benzetmesi üzerinden devam ettiriyor.


Trump bir lider olarak sahte karizmatik. Karizmatik görünen veya görünmeye çalışan ama aslında öyle olmayan. ‘Sahte haberler’ ‘sahte medya’ sloganları üzerine karizmasına sahte denmesi herhalde üzecektir Trump’ı. Kroes’in asıl vurgu yaptığı ise geniş ve görece yoksul kesimlerin siyasi elitlere karşı nefret duygusunun gelişmiş olması.

1930’lar Avrupa’sının bugünkü Avrupa ve Dünya’ya benzerlikleri üstüste sıralanınca ürkütücü. Referandum gibi yarı demokratik araçların yıkıcı ve köklü değişiklıklere yol açması ve otoriterliği güçlendirmesi bunlar arasında. Artan kutuplaşmayla birlikte sıradan seçimlerin plebisiter bir havada geçmesi de bu yöndeki değişikliklerden.

Ünlü Amerikalı gazeteci Dorothy Thompson’ın sözünü bir kez daha hatırlatalım: hiç bir millet diktatörünün gelişini önceden farketmez. Bugün olup bitenler 1930’lar ABD’si ile Trump macerası arasında da paralellikler görüyor Kroes. ‘Amerika’yı yeniden büyük yapma’ hayalleri yeni değil. Fark bugün bu, Rusya hariç hemen herkesle kavgaya hazır fantazi iktidarda.

Kroes’in daha ziyade Amerikalı okura söylediği işlerin Avrupa’da da iyi gitmediği: ‘Her Avrupa ülkesinde iktidarı ele geçirmeye çok uzak olmayan Trump benzeri bir siyasi lider mevcut. Bazı okurlarımız büyük ihtimal ‘iktidarda olanları da biliyoruz’ diyecektir.

Ancak bazı tarihçiler de Trump’ı bu kadar acilen faşist ilan etmenin doğru olmadığını belirtiyorlar. Oxford’dan Jane Caplan, örneğin Trump’ın tavır ve konuşmalarında hem Mussolini hem Hitler’e benzeyen pek çok şey gördüğünü ama bu benzerliklerin duruma faşizm geliyor demek için yeterli olmadığına işaret ediyor. Caplan’a göre durum o kadar vahim değil ve ‘bize benzemeyen muhalifleri hemen yaftalamamak gerek.’

Bazıları faşizan partilerin ve liderlerin bu tarz bir geçmişe sahip yerlerde daha çok destek gördüğünü iddia ediyorlar. Bazılarıyla bunun nedeninin demokratik siyasetin bu alanları boş bırakmasına bağlıyor.

Yoksulluğun bu tiranlaşmanın nedenlerinden biri olduğu da her zaman için güçlü bir argüman. Ancak bildiğimiz tiranların orta sınıflardan da ciddi destek aldığı ortadayken bu işlerin nedeni yoksulluk kestirme olur. Bunlar hep emperyalizmin oyunları demek de abes kaçacak.

Ortada daha karmaşık bir süreç olduğu açık. Henüz yanıt bulunamamış soru bu sürecin nerede ve nasıl durdurulabileceği. İngiltere’de Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi sol bir alternatifin olabileceğinin işaretlerini verdi. Muhafazakar Parti’nin liderlik krizi, Theresa May’in pamuk ipliğine bağlı başbakanlığı, Liberal Demokratların ‘yeni’ lideri ve artık bir gerçek olarak hayatımızda yerini alan Avrupa Birliği’nden çıkış fantazisi Corbyn’in de kaderini belirleyecek.

İyi haber; bir süreliğine aşırı sağ partinin İngiltere siyaset sahnesinde görünmez olması. Seçim sisteminden kaynaklı dengeler Liberallerin yüzde 10 bandını geçmesi halinde İşçi Partisi’ni iktidar yapabilir. Bu da Avrupa’da faşizme karşı bir umudu yeşertebilir. Bu umut Ege Denizi’nin doğu kıyılarına ne kadar yansır tahmin etmek güç ama şimdiki dengeler orada da henüz her seçimde yüzde 97 alan Gurbanguly Berdimuhamedow gibi bir başkan olmayacağını gösteriyor. Yine de siz bana bakmayın. Malum, alakasız bir coğrafyadan bahsediyorum.

İyi haftalar ve bol şanslar.

Notlar.
Kroes makalesi için bkz. https://link.springer.com/article/10.1007/s12115-017-0128-7

Caplan makalesi için bkz. http://eprints.lse.ac.uk/69370/

Kawalerowicz makalesi için bkz. http://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/1354068817710220