Dünya bu kadar kötü müydü? Kardeşinin yaşadığı korkunç anları izlerken gülebilen bu kalabalık, onun arkadaşları olabilir miydi? Nasıl yaşayacaktı ki bundan böyle? Bir ara Evrim Öğretmen geldi yanına. Bilal’in okuldan atıldığını söyledi. “Ben buradayım” dedi.

Kuyu

ESEN KARAKÜÇÜK

Dolunay nedeniyle aydınlıktı ortalık. Küçükçekmece Gölü’ne vuran ay ışığı, bankta oturan iki kardeşin yüzlerindeki yorgun ifadeyi açığa çıkarıyordu. Kıvırcık saçlı, esmer, geniş alınlı, zayıf bir çocuk olan Mustafa, 13 yaşlarında görünüyordu. Kardeşi Osman ise 9 yaşlarındaydı.

“Abi” dedi Osman. “Babam neden hep kızıyor?” Kendisinin de kafasına takılıyordu bu soru. O sıra ayak sesleri duydular. Yanlarından bir kadınla adam geçiyordu. Çuvalla kaplı karton toplama arabasına baktıklarını görünce Mustafa gözlerini kaçırdı. Adam, tedirgin halde yürürken Osman’a “Hey ne bakıyorsun sen! Bak polis yakında!” dedi. Parmağıyla da çarşı tarafını gösterdi. Kadının “Kötü bakıyor” dediğini duydu çocuklar. Osman elleriyle kulaklarını kapattı. Böyle zamanlarda gözleriyle aynı dili konuşabiliyordu iki kardeş. Osman abisinden cesaret alarak, “Okkalı bir yumruk atmalı değil mi abi?” dedi. Mustafa gülümsemeye çalıştı, “Yüksek binalarda oturanlar bizim gibi değil, asla gözlerine bakmamalısın. Zaten onlar da bizim gözlerimize bakmazlar. Bir şey derlerse konuşma. Ha bir de…” Evrim Öğretmen’le konuşması gelmişti aklına, “Bir daha okulu kırmak yok tamam mı?”

Osman başını abisinin dizlerine koydu ve dudakları titreyerek mırıldandı, “Beni istemiyor sınıfta çocuklar, dayak atıyorlar. Biz farklıymışız.” Mustafa, çok da şaşırmadı. “Hocan?” diye sordu. “İlgilenecekmiş ama… Kitaplarımı parçalayıp, çantamı jiletlediler, mezarlığa fırlattılar. Baksana kollarıma, bacaklarıma, karnıma…” Ay ışığında birlikte incelediler, örselenmiş narin bedenini Osman’ın. Okulda Bilal ve Erol’un başını çektiği bir çete vardı. Gözlerine kestirdikleri bazı çocukları sindirmeye çalışıyorlardı. Kimi tespih sallayarak geziyor, kimi de birine kafayı takmışsa yanından geçerken omuz atabiliyordu. Bir grup çocuk ise tuhaf şekilde adeta bu durumdan zevk alarak olayları izlemeye geliyorlardı.

Kanarya Mahallesi’nde hayata 1–0 yenik başlıyordu çocuklar. En son bu okula gelirdi kitaplar nedense. Sınıflar kalabalık, okul kirliydi. Eğitime Katkı Payı istiyordu idare. Mustafa koskoca devletin parasının olmamasını anlayamıyordu. Mahrumiyet biraz ölüme benzemekti, kör, dilsiz, topal yaşamaktı. Yoksul çocukların fazla konuşması hoş karşılanmazdı. Aynı tornadan çıkarılmış parçalar gibiydi onlar.

Bir şeyler yapmalıydı şimdi. Kalabalık ve güçlüydü o çocuklar. Güç nedir, diye düşündü. Kendini böyle çaresiz hissettiği zamanlarda Evrim Öğretmen yanına gelip konuşurdu onunla. Şimdi burada olsaydı keşke. Bir gün Mustafaya, “Bazıları kâğıttandır aslında, kendilerini kaplan zannederler. Bunlar da kaplan gibi yürüyor baksana” dediğinde birlikte gülmüşlerdi. Bir de “Karanlık yıkıcı, bilgi ve sevgi yaratıcıdır. Çare olabilirsek karanlığı aydınlığa çevirecek gücü de bulmuş oluruz” demişti. Bunları düşününce neşelendi. Elini yumruk yapıp ayağa fırladı ve bağırdı, “Güliver’im ben küçük insanlar ve devler ülkesinde! dedi. Gülerek bakan kardeşinin saçlarını karıştırarak ekledi… “Sana o kitabı vereceğim. Sen de Güliver olacaksın.”

İki çocuk asfalt yoldan yokuş çıkmaya başladılar. Mustafa çekçeğin tutacak yerlerine kollarını geçirmişti. Çarşı ve yüksek binaları arkalarına alarak tırmanırlarken yine düşüncelere daldı. Erol’un babasına göre işsizler yoksullar iş beğenmiyor, çalışmıyorlardı. İlçeye ne zaman önemli adamlar gelse babasının onlarla görüştüğünü ulu orta kasılarak anlatmayı pek severdi Erol. Ne iş yaptığını kimse bilmezdi adamın. Çok paraları vardı.

Gösterişsiz, rutubetten sıvaları dökülmüş, bina duvarlarında çatlaklar olan bir apartmanın önünde durdular. Çekçeği duvardaki çiviye bağladılar. Yarım kat merdiven çıkarak dairelerine geldiklerinde babalarının sesi duyuldu, “Siz neredesiniz aylaklar! İş bitince evde olun demedim mi size! Zaten okul yüzünden iş çıktığı yok elinizden doğru dürüst!” Mustafa’nın daha fazla sıkıldı canı. Okuldan sonra sıcakta soğukta ağır bir yük çekerek saatlerce yürürken arada ders çalışmak, okumak için fırsatlar yaratmaya çalışıyor, elinden geleni yapıyordu. Kendisiyle gurur duymasını ne çok isterdi babasının. Okuma yazma bilirdi sadece, onu da sonradan öğrenmişti. Yaşadığı zorlukları anlamıyordu.

İki odalı evin bir odası çocuklara aitti. Odaya sığmadığından girişteki sedirde yatıyordu Mustafa. Yatağa girmeden önce kardeşlerinin oda kapısını açıp içeriye baktı. Ablası ve kız kardeşleri büyük bir yer yatağında uykuya dalmışlardı bile. Güzel ablası küçük yaşta tekstilde çalışmaya başladığından ve ev işlerinden zaman ayıramamıştı derslere, liseden atılmıştı. Babası “Zaten kız çocuğu, okuyacak da ne olacak” demiş, bu duruma kayıtsız kalmıştı. Annesi de ilkokuldan sonra okutulmamış, on beşinde babasıyla evlendirilmişti. Bir gün komşusuna “Kızlarımın kaderi benim gibi olsun istemiyorum” dediğini duymuştu annesinin. Mustafa okumayı ablasıyla sevmişti. Çok okurdu ablası. Eskiden “Öğretmen olacağım” derdi heyecanla. Okul yarım kalınca tüm heyecanı sönmüştü. Ama son günler yeniden, “Açık liseye gideceğim, vazgeçmeyeceğim” demeye başlamıştı. Hastaydı ablasının bu cesaretine. Osman da abisine hasta olur muydu ki? Gülerek baktı ona. Olurdu tabii ya… Gururlandı bir an. O da kızların karşısındaki sedirde yatağına girmişti. Abisine gözlerini kırpıştırarak mutlu bir gülümsemeyle baktı.

Sabah uyandığında babasının sesi mutfaktan geliyordu, “Ne emeklerle yaptım bu evi ben” diyordu. “Satsam 250 bin eder, 80 veriyorlar. Üste para ekleyecekmişiz. Ya da borçlandıracaklarmış. Sanki uyuşturucu satıyoruz biz. Ya bu parayı alırsınız ya da gidersiniz diyorlar.” Annesi kararlı bir ses tonuyla, “Kanal mıdır nedir, projeleri batsın” dedi. “İmza filan atma onlara. Bu akşam mahalleli yürüyüş yapacakmış. Çok kalabalık olacak, imza toplanacakmış. Biz de gideriz” dedikten sonra ekledi… “Dönüşüm olsun, rant olmasın mı? Sol gerek mi? Bir şeyler diyorlardı.” O sıra Mustafa’yı fark etti, “Hadi siz acele edin oğlum, tekstile geç kalıyoruz, kardeşlerine göz kulak ol ha.”

Yürümeye başladılar. Laborant olsa ne güzel olurdu. Belki doktor bile olabilirdi. Ama büyüyünceye kadar, nasıl geçerdi zaman? Kafasına takılan annesinin hastalığıydı. Hastane altı ay sonrasına randevu vermişti. İşyerinde üç gün önce patronu ona, “Böyle hastalıkla filan uğraşamayız, dikkat et” demişti. İşten atarlar mıydı? Bir de ev sorunu çıkmıştı şimdi. Evsizlik… Düşünmesi bile korkunç gelmişti. Bilal de iki aydır kandırmaya çalışıyordu onu. O işi yapacak olsa neler olur diye geçirdi kafasından. Annesi kızar tedavi filan istemezdi mutlaka. Evrim Öğretmen onu affetmezdi. Buna dayanamazdı işte. Babası şöyle der miydi acaba? “Paraya çok ihtiyacımız var ama şerefsiz bir iş yapacak kadar da değil.” Birden yolun ortasında durdu. “Yoksa bu yüzden mi Osman’a dalıyorlardı son günler? Kendisini o işe sokmak için bir tehdit miydi kardeşine olanlar?” Buz gibi olduğunu hissetti bir anda tüm vücudunun.

Tam okul kapısına gelmişlerdi ki Erol ve kız kardeşinin, babalarının arabasından indiklerini gördü. Mustafa’nın gözü çocukların sırt çantalarına, ayakkabılarına takıldı, düzgün kıyafetlerine bir de. Bahçeye girer girmez Nurullah hoca arkalarından bağırdı, “Gene mi çantasız geldin Osman haylazı, kitapsız seni!”

Küçük kız kardeşler, abileri Osman ile ilkokul binasına, Mustafa da ortaokul binasına doğru yönlendiler. Beş dakika geçmemişti ki Osman’ın “Abi!” diyen feryadını duydu Mustafa. Koşarak ilkokul binasının arka bahçeye bakan tarafına hızlıca varmak istedi. Bir anda ayağı takıldı. Önce uçar gibi oldu, sonra acılar içinde yere yapışmış halde buldu kendini. Dönüp baktı, Erol sırıtıyordu işte orada. Çelme takmış olmalıydı. Ama şimdi onunla uğraşacak zamanı yoktu. Kendisini zorlayarak toparlanıp koşmaya başladı, arka bahçeye geldi. O da ne… Kırk kişi kadar bir grup halka olmuş sırıtarak ortaya bakıyorlardı. Halkayı yararak yürüdü içine.

Önlerde ortaokullular çoğunluktaydı. Bilal’i ortada, ayakta gördü. Osman’ı yerde. Elinde bir sopa, şaşkın ve korkmuş bir hali vardı Bilal’in. “Ne o ulan!” diye bağırdı Mustafa. “Ben, ben, is-te-me-dim böy-le.” gibi bir şeyler kekeliyordu Bilal… Geri çekilmeye başlamışlardı. Kardeşinin yanına koşup yere çöktü. Nefes alamıyordu sanki. Gözleri buluştu kardeşlerin. Kız kardeşleri yerde yatan abilerini çekiştirerek kaldırmaya çalışıyorlardı. Her şeyin bir biri ardına başlarına yıkıldığını hissetti Mustafa. Gülemeyeceklerini düşündü bir daha. Okulun demir kapıları, içinde ders yaptıkları binalar… Ne varsa her şey yıkılıyordu; mevsimler, yıllar, zaman, anlamını yitiriyordu… Başını kaldırmaya çalıştı Osman’ın. Elleri ıslandı. İncecik, kırmızı renkli kahrolası bir sıvı, Osman’ın başının arkasından süzülerek beton zemine karıştı… Bir sopa gürültüyle yere düştü. Tekrar tekrar defalarca düştü… Mustafa o tarafa baktı, Bilal’i göremedi. Korku dolu gözlerle geri çekiliyordu kalabalık. “Hainler! Caniler! Katiller!” diye bağırdı. Sopayı ve Bilal’i ararken gözleri karardı, yere yığıldı.

Olaydan beş gün sonra Mustafa’yı okulda gördüler. Osman’ın durumu çok kritikti, yoğun bakımdaydı. O gün ve sonraki günler Mustafa kimseyle konuşmadı. Okulda tek başına ruh gibi derse girip çıktı. Her teneffüs Osman’ın düştüğü o lanetli yerde, Osman nasıl yattıysa aynı şekilde öylece yattı. Kim ne derse desin, ne sorarsa sorsun tek kelime cevap vermedi. Bir heykel gibiydi sanki. Arada birileri sessiz bir ağlama sesinin dur durak bilmeden rüzgara karıştığını söylüyordu. Ama bunu da duyan olmadı. Zil çaldıktan sonra herkes derse girince kalkıyor, kimseyle konuşmadan sınıfa girip arkada başını sıraya dayıyordu. Okulun eski tadından tuzundan ve o alışılmış çocuk cıvıltısından eser yoktu artık… Yanına herkes uğruyordu Mustafa’nın. Günah çıkarma yeri olmuştu sanki bahçedeki yer. Nurullah Hoca da geldi bir ara, sesi telaşlı bir arı vızıltısı gibiydi, “Geçmiş olsun Mustafa. O gün ben nöbetçiydim de nerden bilirdim ki… Bir uğursuzluk var demiştim. Sabahtan içime doğmuştu. Rüyalarım da tuhaftı zaten öncesi gece… Anlatırım sonra sana... Kız kardeşlerine bir şey olmadı... Şükret, tamam mı, ta…” derken Mustafa gözlerini açtı. Onun bakışlarını görünce korkuyla geri çekildi Nurullah Hoca, hızlıca uzaklaştı.

Dünya bu kadar kötü müydü? Kardeşinin yaşadığı korkunç anları izlerken gülebilen bu kalabalık, onun arkadaşları olabilir miydi? Perişan ve nefret dolu gözlerle etrafındakilere bakmaya çalıştı bir ara. Hiçbir şey göremedi. Güneş de izin vermiyordu onları görmesine. İki kardeşin arkadaşıydı güneş ve tüm yıldızlar… Yeniden gözlerini kapadı. Biriciği karşısında ona “Birlikte gidelim abi, gel” diyordu. Gitmek istiyordu o da. Nasıl yaşayacaktı ki bundan böyle? Bir ara Evrim Öğretmen geldi yanına. Bilal’in okuldan atıldığını söyledi. “Ben buradayım” dedi.

Yirmi beş gün sonra… Mustafa iyice zayıflamıştı. Ayakta olduğunda zor yürüyordu. Her gün etrafında toplanan arkadaşlarının sayısı artıyordu. Bilal’den ve onun çevresindekilerden nefretle bahsediyorlardı.

Bir gün “Mustafa” dedi biri. Sıcacık ve tanıdık bir sesti bu... Gözlerini açtı. Evrim Öğretmen yanında diz çökmüş, gülümsüyordu, Elini ver bana Mustafa! Kalk hadiOsman için, herkes için inadına kalkman gerekiyor. Hem güzel haberlerim var… Şimdi annen aradı sana söylemem için. İyileşebilirmiş! Duydun mu? Arkadaşlarının sevinç çığlıkları geliyor, “Oley!” diye bağırıyorlardı. “Sen herkese öyle çok şey öğrettin ki bilemezsin. Her şey bambaşka olacak artık buralarda inanıyorum ben… Şimdi bana da arkadaşlarına da yardımcı olmalısın. Bir yol açtın, o yolu göster.

Gerçek miydi bunlar? Osman da direnmişti demek… Abisinin kardeşiydi o… Anlatacak ne çok şeyi vardı... İyileşecek miydi? İnanamıyordu. Güneş yeniden doğuyordu sanki. Tüm renklerini çocuklara giydirecekti demek ki… Mustafa gözlerini ovuşturdu, öfkesini güneşin gülen yüzüne bıraktı. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle çevresini izlemeye başladı. Şaşkındı. Onlarca hayranlık dolu göz kendisine bakıyordu. Arkadaşları yanındaydı. Kelebeğin kanat çırpışı gibiydi yüreği.

O da kardeşinin elini tutup ona “Hadi artık yeter kalk, kabus bitti biriciğim” diyecekti. Osman gelince okulda bambaşka şeyler yapacaklardı. Belki de bu kabusun öyküsünü yazacaklar, oyununu oynayacaklardı. Arkadaşları yanındaydı artık. Oyunda Evrim Öğretmen olmak ablasına ne çok yakışırdı. Yitirdiğini sandığı düşlerinin canlandığını düşündü. Üstelik bu kez gerçekleşecek kadar yakındılar ona. Uzatılan eli sımsıkı tuttu. İyice emin olmak için yeniden öğretmeninin gözlerinin derinliklerinde gerçeği aradı… Gerçekti işte… İnsanların gözlerine bakabilecekti bundan böyle…

Göl, güneş, gökyüzü, yıldızlar gibi

Öğretmeni gibi

Kendisi de gerçekti.