Anlatılanda iki düzlem var. Birincisi, iki arkadaşın on yedi yaşlarındaki “cesareti birbirinden alan sünepe” delikanlılık günlerinin geçtiği “fazilet”li yıllar. İkincisi, ondan on yedi yıl sonrası, yani bugün. Elbette, çelişkiler

Kuzey ile Güney arasında Barış

Necati Tosuner

İlk kitap denilince içim titrer.

Sulhi Dölek’in o güzelim ilk romanı Korugan’da bir Mavi Sabahlıklı Kadın vardır. Gizemli ve güzel kokulu, yumuşacık bir sığınaktır romanın kahramanı çocuk için.

Çocuk da yani tam bir kahramandır: Bilmek istemektedir.

Sonraki yıllarda Korugan sevilen ve okullarda önerilen bir kitap olur. Bir okula çağırırlar Sulhi Dölek’i. Kitabı öğrenciler önceden okumuştur, aralarında tartışırlar.

Çocuklardan biri Sulhi’ye şöyle sorar:

“Mavi Sabahlıklı Kadın gerçekten var mıydı?”

Sulhi Dölek der ki:

“Evet, vardı, ama sabahlığı mavi değildi.”

Herkes gülüşür.

Yaşanılan ve yazılarak var kılınan…

Ayrıntılar ve ayrıntıların yan yana ve üst üste getirilmesi. Etkileşimleri. Birbirleriyle olan bağları için gözetilen sıralanışları. Şöyle: Mavi sabahlık, loğusa sabahlığıdır. Ve romanda anlatılan kadın, çocuksuzdur.

Bir de şu: Burada öğrencinin yaptığı bir “kibar kurnazlık” var. Onu da unutmamak gerekir. Sormak istediği şudur çünkü:
“Mavi Sabahlıklı Kadın ile ilgili yazdıklarınızı gerçekten yaşadınız mı?..”

•••

Barış İnce’nin Çelişki adlı ilk romanına gelelim şimdi…

İlk kitapta, kendini anlatma sık rastlanan bir durumdur. Sağlamcı bir yol olduğu da söylenebilir. Ama kendini anlatmada bir şey zorunludur: İçtenlik.

İçtenlik olmazsa, “Sen neymişsin be ağbi!” olur. Bu da hiç iyi olmaz. Ama neyse ki, Çelişki’de, anlatan kişi ile Savaş adlı arkadaşının ortak –yazgılı- serüveni aktarılırken, bir içtenlik sorunu yaşanmıyor.

Dahası, yer yer vurgulanan sevimli bir alaysama var. Çünkü anlatıcı kişi, kendisiyle de dalga geçebilmekte.

Barış İnce’nin dili, örneğin mesela diye yazmayı bir yazarlık becerisi sayan anlayışta değil. Ama yer yer sözcük seçiminde bir özensizlik var. Birkaç örnek: Nihayet, nevi, muvaffakiyet, bahseden, mütereddit, tahakküm falan…

Ayrıca, “Normalde Tuğçe’den hoşlanır.” gibi söyleyişler var. Bu durum, sövmekten hiç hoşlanmayan gencin -ortama uymak için- sövmeye çabalaması gibi bir eğilim yansıtıyor.

Anlatılanda iki düzlem var. Birincisi, iki arkadaşın on yedi yaşlarındaki “cesareti birbirinden alan sünepe” delikanlılık günlerinin geçtiği “fazilet”li yıllar. İkincisi, ondan on yedi yıl sonrası, yani bugün. Elbette, çelişkiler.

İzmir yöresinde yazlıkçılığın özlenen ve imrenilen günleri. Yaşanılmışlıktan gelen kişisel tanıklıkla beslenmekte. Bunlarla ilgili hep bir yorum yapmayı ve –kendine- açıklamayı dert edinmiş bir anlatıcı kahraman, zeki oluşuyla da arkadaşı Savaş ile çelişik durumda.

Gözlemlerle yansıtılan eşitsizliklerin yol açtığı çelişki başlangıcı. Sonra yaşanacak arkadaşlıkla oluşan, aynı takımı tutmakla güçlenen “biz” durumunun artık “birey” olarak değiştirilmesinin dayatılması.

Bugünden bakıştaysa, –anımsayışların sonunu bilmekten gelen- bir acının yoğun varlığı egemen.

Gizem’le başlar entrika. Arkadaşlıkta bir yıkıntı yaşanacağı kaygısı. Bu kaygının bir korku biçiminde kendini göstermesi. Savaş’ın acıyı hiç duyamayan özellikli yapısıyla artan merak unsuru, serüvene renk katmakta. Serüven renklendikçe, kitabı okuma zevki de çoğalmakta.

Öteki dünya yorumları ve zorunlu gençlik arayışlarının bir kaçaklığa dönüşmesi. Yaşanılan ve anlatılan yerlerin sürekli değişmesi. Öteki çelişkisinin yansımaları Naciye Teyze’yi sahneye çıkarmakta.

Konya’yı değil, Hanya’yı anlatıyor Naciye Teyze. Eski Girit’i, orada yaşananları, zorunlu göç günlerini, Türkler’e komünistlerin yardımını anlatıyor.

Egeli ama Giritli olma başkalığının çelişkileri, milliyetçi olanın kendisini milliyetçi kılmak için aynı ulustan olan bir başkasını daha az milliyetçi görerek ötekileştirmesi işleniyor.

Dinsel dünya, huriler, teknoloji, yurdunu sevmek, genç olmak ama nefsine yenilmemek, vicdanlı olmak ve ulaşılan bir doğa sevgisi.

Kaçaklık günlerinde tanık olunan dinci oluşum. Geçmiş kültürle karşılaştırmalar. Korku ve korkunun kaynağı ateş.

Öldürmeyeceksin yasası. Ölü yemeği, lokma döktürme. Cehennem tanımı. Azgınlaşan terör. Habil ile Kabil.

Ege kıyılarının saklanmaya uygun olmayan maki örtüsünden sakınıp sığınılan sal. Saldaki adam.

Metinalifeyyaz.

Artık kızın adı Çisem: Yani, şu başkasının acısını yaşayan kız…

Uysallaştıran zaman. Sorgusu biten çıkabilse düşüncesiyle gelen bir özeleştiri. Farkındasızlık sorunu. Yorgunluk. Acıdan etkilenmeyen Savaş’ın yorgunluğu duyması.

Derken…

Roman bitiyor ama çelişki sürmekte.

Evet, Sulhi adını severim ama sulh sözcüğünü hiç kullanmam. Hele adım Barış olsa, asla kullanmam.

Peki, bu yazının başlığı niçin böyle?.. Bunu bilmek isteyene de ben söylemeyeyim, kitabı görmek gereksin.