Burns milliyetçi şovenizmden, muhafazakârlıktan, cinsiyetçi baskıdan ve erkek egemen kültürün yıkıcı sonuçlarıyla boğuşan genç bir kızın, her şeye rağmen bireysel bağımsızlık mücadelesini sayfalarına taşıyor.

Kuzey İrlanda’nın tedirgin yılları

İLKE KAMAR

Anna Burns, ‘Sütçü’ romanıyla bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir kasabaya götürüyor bizi. Roman, ‘isimsiz anlatıcısı ortanca kız kardeşin’ toplumsal baskının, tacizin ve dedikodunun ortasında geçen yaşamına odaklanırken; başkalarının, onun hayatıyla ilgili beklentilerine karşı mücadelesini ortaya koyuyor. Peki bu başkaları kimler? Neredeyse herkes! Aile, arkadaşlar, sevgililer, kilise ve politik yapılar. Bu bilinmeyen kasabada ‘Ortanca kız kardeş ve diğer kadınlar’ toplumun isteklerine tabi yaşamak zorundadırlar. Her ne kadar ‘Sütçü’de zamana ve yer isimlerine değinilmemiş olsa da hem yazarı tanıyan hem de dönemle ilgili bilgi sahibi olan dikkatli okuyucular, hikâyenin Kuzey İrlanda sorunu olarak bilinen ve 2005’teki barış anlaşmasıyla yeni bir sürece girilen dönemi kapsadığını anlayacaktır. Bu açıdan ‘Sütçü’, 1970’lerin sonuna doğru Belfast ve çevresinde geçiyor demek yanlış olmaz. Herkesin herkesden şüphe ettiği tedirgin edici yıllar, huzurun olmadığı arka sokaklar, etnik, dini, milliyetçi çatışmalar, şiddetin kol gezdiği caddeler ve devlet güçlerinin her türlü illegal, faşizan baskılarını sürdürdüğü bir Belfast tüm karmaşıklığıyla önümüze seriliyor.

KAOTİK ORTAM

Ülkedeki politik, siyasi karmaşa romanın bütününde yer etse de Burns hikâyesini ‘ortanca kız kardeşin’ yaşamı üzerine kurgulamış diyebiliriz. Roman onun baskıcı, muhafazakâr bir toplumda tacizle yüzleşmesini, ölüm, savaş, iktidar, toplum gibi olgulara karşı mücadelesini ve bunlara direnişini ortaya koyuyor. Bununla birlikte yazarın travmalı aile ilişkilerini de kitabın en başından açık ettiğini görürüz.

Kısaca hikâyeye değinirsek: Kitabın anlatıcısı ‘ortanca kız kardeş’ yoksul, kalabalık bir ailenin kızıdır, ağır psikolojik sorunlar yaşayan babasını yıllar önce kaybetmiştir. Devlet tarafından öldürülmüş erkek kardeşe ve ‘ötekilerden’ biriyle evlendiği için dışlanmış bir kız kardeşe sahiptir. Annesi ve diğer kardeşleriyle birlikte yaşamaktadır. Annesi bu kaotik ve riskli ortamda kızını koruma adına, coğrafyadan bağımsız bildik nasihatlerle büyütme yolunu seçer onu. ‘Bir an önce evlenmesini’, ‘etliye sütlüye karışmamasını’ öğütler sık sık. Ama onu en çok rahatsız eden ‘topluluk etiği’ ve kutuplaşmanın yarattığı kısır yaşamın döngüsüdür.

Böyle bir sıkışmışlık içinde var olabilmek ve nefes alabileceği bir dünya kurmak için üniversitede gece dersleri alır. Özellikle de 18 ve19’uncu yüzyıl edebiyatına sığınır. Öyle ki her zaman yürürken bile kitap okumayı seçer. Ama bir gün gelir ismi ‘Sütçü’ olan (Milkman) ama sütçü olmayan, şehirde ün salmış paramiliterlerden biri ‘ortanca kız kardeşin’ hayatına girer ve tüm hayatını değiştirir. Hayatına girer derken bu zoraki bir giriştir! Ortanca kızın kendisinden yaşça bir hayli büyük Sütçü ile bir ilişkisi yoktur. Başlama gibi isteği ve merakı da... Dahası gizli görüştüğü biri vardır hayatında. Ama muhafazakâr bir toplumda, baskıların dedikodular üzerinden şekillendiği bir ortamda çok geçmeden toplum kendi hikâyesini yazmaya başlar: Genç bir kadın kendinden yaşça büyük, evli bir insanı baştan çıkarmıştır. Ortanca kız kardeş bunun böyle olmadığına kimseyi inandıramaz ve olaylar gelişir. Tabii sadece bunlardan değildir genç kızın yaşadığı sorunlar. Sütçü’nün tacizleri, baskıları talepleri ve onu zorlayan bir çevre: “Daha çocukken bile -belki de çocuk olduğum için- bunun maddesel olmadığını, siyasi problemlerin aslında bir kasavet örtüsü izlenimiyle, ışıksal bir sapmayla bağlantılı olduğunu anlamıştım. Gelip çatmış incinmeler ve zamanla birikmiş sorunlarla, ümidin yitimi, güvenin yokluğu ve kimsenin üstesinden gelmeye heves etmediği akli bir dirayetsizlikle ilgili olduğunu anlamıştım. Dolayısıyla fiziksel ortamın kendisi destek vermiyordu ışığa; içine enerjisini boşaltan insani karanlıkta girdiğim gizli itilaf yüzünden veya bu itilafın bir sonucu olarak hayat vermiyordu. Aksine, bu ortam, uzun mu uzun melankolik bir hikâyenin derinlerine saplanıyordu.”

TOPLUMSAL KUTUPLAŞMA

Burns milliyetçi şovenizmden, muhafazakârlıktan, cinsiyetçi baskıdan ve erkek egemen kültürün yıkıcı sonuçlarıyla boğuşan genç bir kızın, her şeye rağmen bireysel bağımsızlık mücadelesini sayfalarına taşıyor. Kadınların yaşadığı ve bugün de geçerli tarihsel adaletsizliğin nedenlerini de görmemizi sağlarken, zorlu meseleleri mizahı da elden bırakmadan anlatıyor.

Hikâyenin devamında sütçü ve genç kız hakkındaki olaylar bambaşka bir boyut kazanır. Retçiler ve devlet güçlerinin çerçevesinde biçimlenen acımasız hakikatler pek çok yoldan karşımıza çıkar. Şiddetin olağan hale geldiği ortamda yazarın keskin toplumsal kutuplaşmaları da işaret ettiğini görürüz:

“Meşrulaştırılan ve savunulan onca dengesizliği düşününce, retçilerin gerekliliğini anlayabiliyordum; nasıl ortaya çıktıklarını, çıkmalarının nasıl kaçınılmaz göründüğünü. Bir yandan da bizzat o çalkantılı zamanların göstergesi olan karşı tarafı dinlemezlikler, uzlaşmaz inatlar ve haddini aşmalar vardı. Dolayısıyla fay hatlarının çatlaması kaçınılmazdı; retçilerin kaçınılmaz olduğu gibi. Öldürmelere gelince olağandı onlar, üstünde uzun uzun durulmaması gereken şeylerdi ama hiçliklerinden değil, azametlerinden dolayı. Yine de bazı bazı sınırı öylesine aşan bir olay yaşanırdı ki - “yolun bu tarafından”, “yolun o tarafından”, “denizin ötesinden” ve “sınırın ötesinden” herkes ister istemez neye uğradığını şaşırırdı.”

Politik roman olarak nitelendirebileceğimiz ‘Sütçü’ ile ilgili son bir not ise okumasının ‘zor’ olduğuyla ilgili. Roman 2018 yılında Man Booker Ödülü’nü aldığında, Birleşik Krallık’ta hem sosyal medyada hem da basında okunmasının ‘zorlayıcı’, ‘garip’ ve ‘anlaşılmaz’ olduğuna dair eleştiriler aldı. Özellikle de karakterlerin isimlerinin olmaması bu yaklaşımların en güçlü nedenlerinin başında gelmekteydi. Burns bu konu hakkında özetle ‘roman karakterlerin isimleri üzerinden gidemezdi, anlatım ağırlaşırdı’ şeklinde cevaplar verse de eleştiriler ödülü veren Man Booker Jürisine kadar uzandı. Tabii ki edebi bir eserin değerlendirilmesi için zorluk ve kolaylık bir kriter kabul edilemez. Belki de üzerinde konuşulması ve sorulması gereken soru ‘Sütçü’nün okunması zor bir kitap olup olmamasından çok kitabın zorlayıcılığının okuyucuya ne kazandırdığı…