Geçtiğimiz hafta sonu Kuzey Kıbrıs’ta çok değerli bir toplantı yapıldı. Türkiye’den, Kuzey Kıbrıs’tan, Güney Kıbrıs’tan ve Yunanistan’dan gelen politikacılar, akademisyenler, sendikacılar ve gazetecilerden oluşan yuvarlak masasına çok güzel bir isim verilmişti:

“Dört Bir Yandan Kıbrıs!”

Doğrusunu isterseniz Kıbrıs hakkında en az bilgiye sahip olanlar biz Türkiyeli gazetecilerdik. Pek çok yeni şey öğrendik. Öğrendiklerimizin de pek çoğu “mutlu edici” değildi.

Toplantının ev sahibi Birleşik Kıbrıs Partisi’nin (BKP) Genel Başkanı İzzet İzcan konuşmasında Kıbrıs’ta esas “sorunun” ne olduğunu çok açık biçimde ortaya koydu:

-Bizim Anayasa’nın geçici 10. maddesi olduğu sürece hiçbir sorunu çözemeyiz.

Sonra da sözlerini açtı:

-Türk Silahlı Kuvvetleri her şeyde söz ve karar sahibidir! Kuzey Kıbrıs’ta dört parti de hükümet oldu ama iktidar olamadı. Bu yüzden hep başarısız oluyorlar.

Bir zamanlar bu yakınmayı Tayyip Erdoğan da yapardı. O “iktidar oldum ala muktedir olamadık” diye dert yanardı. Şimdi hem iktidar, hem de muktedir. Bu durumun Kuzey Kıbrıs’a yansıması nasıl oluyor?

İzzet İzcan o konuya da açıklık getirdi:

-AKP’den sonra Kuzey Kıbrıs’ta Sünni İslam örgütlenmesi hüküm sürüyor. İslamcı sermaye akını var. Anayasamızda zorunlu din eğitimi yok, ama eğitim sistemiyle dayatılıyor.

Lefkoşa’nın dışında İslam Külliyesi inşa ediliyor, yanında da Sultanahmet Camii ölçülerinde devasa bir cami yükseliyor. Sayıları hakkında kimsenin bir fikri yok. Ancak yeni inşa edilen cami sayısının 30’u aştığı söyleniyor. Bu “hizmet” AKP dönemine ait!

Türkiye Cumhuriyeti’nin Lefkoşa Büyükelçiliğinde her bakanlığın bir masası bulunuyormuş. Türkiye’den gelen para, orada saptanan ihtiyaçlara göre tevzi ediliyormuş.

Halk tepki göstermiyor mu?

BKP Başkanı İzzet İzcan “halk olarak gösteriyoruz” dedi:

-Son yerel seçimlerde yöneticiler tokat yedi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mustafa Akıncı 4. sırada gösteriliyordu. Kazandı. Herkes şaşırdı. Daha anlamlı ne tepki olabilir ki?

BKB Başkanı sözlerini bağlarken, sanki tehlike halinde çekilmesi gereken imdat koluna asılır gibiydi:

-Biz bu ülkede mahsur kaldık!

Toplantının Türkiye tarafını örgütleyen 78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can, masanın dört bir yanındakilere öyle güzel bir Türkiye portresi çizdi ki, herkesin gözleri açıldı:

-Türkiye’de Baas rejimi kuruluyor. Arap ülkelerindeki eski Basçılar laikti, bizimkiyse dinci!

Herkes kendi bulunduğu ülkenin durumunu içtenlikle ortaya koyduktan sonra bu koşullarda “Kıbrıs Sorunu” nasıl çözülebileceği tartışıldı. Burada da Kuzey Kıbrıslı iki akademisyen Prof. Dr. Ahmet Sözen ve Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek olağanüstü berraklıkta çözüm için yapılması gerekenleri sıraladılar.

Kızılyürek çok eskilerden bir örnek verdi:

-Güvenlik anlaşmasını 1960’larda önce Kıbrıslı Rumlar, sonra Kıbrıslı Türkler bozdular. Eğer iyi bir başsavcı olsaydı, hem Makarios hem de Dr. Fazıl Küçük hapse girmişlerdi.

1974’te yaşanan 15 Temmuz Nikos Sampson Darbesi ve 20 Temmuz Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaptığı çıkarma harekatının sonuçlarını net biçimde şöyle ortaya koydu:

-Kıbrıslı Türkler oturdukları Rum mallarını sahiplendiler, işgali de benimsediler, vicdanı sızlayan Türk yoktur. Rumlar da devleti ele geçirdiler. Şimdi yapılacak olan anlaşma ‘Çiğnenmiş hakların restorasyonu’ olmalıdır.

Prof. Dr. Ahmet Sözen ise çözüm formülünün basit olduğunu şöyle açıkladı:

-Karşılıklı ÇÖMERT davranmak!

Sonra da nasıl olacağını izah etti:

-Rumlar Anayasal haklar konusunda cömert davranmalıdır. Türkler de toprak paylaşımı konusunda Rumlara cömert davranmalıdır.

Kuzey Kıbrıs’taki gelişmeler sadece Türkleri ilgilendirmiyor. Rumları da yakından ilgilendiriyor. Birleşme ve bağımsız bir devlet haline gelme konusunda belki de son şanslar kullanılıyor. Rum yönetimi Mustafa Akıncı ve ekibiyle anlaşıp, mutlu sona ulaşabilirse her iki kesim için derin bir nefes alma imkanı ortaya çıkacak. Bu fırsat da kaçarsa o zaman Kuzey Kıbrıs’ta da küçük bir AKP karşılarına çıkabilir!

Türkiye’nin KKTC Hükümetine yaptığı “yeni 28 bin vatandaş” talebi bunun en büyük göstergesi.

***

Kim geliyor

Bütün dünya onu Vietnam Savaşında Napalm bombasından kaçan küçük kız olarak tanıyor. 1963 yılında Saygon’un kuzeyinde küçük bir köyde dünyaya gelen Kim Phuc 1972 yılında Vietnam Savaşının bitimine doğru köyünde napalm bombaları düştüğünde yaşaması mümkün olmayan hastalar arasındaydı. Fotoğrafı çeken gazeteci AP muhabiri Nick Ut onu otomobiline alarak 15 km uzaklıktaki hastaneye götürdü.

Kimse çocuklarla ilgilenmiyordu. Nick Ut “gazeteciyim” dedikten sonra, Kim ölmesin diye haykırıyor. O zaman yardım geliyor.

Kim 14 ay hastanede yatıyor.

İyileşip hayata dönüyor. Şimdi Kanada’da yaşıyor. Savaş Mağduru Çocuklara yardım amacıyla faaliyet gösteren vakfını yönetiyor.

Sarıyer Belediyesince 14 Aralık’ta Zülfü Livaneli’nin 50. Sanat Yılı Kapsamında düzenlenen Sempozyum ve sergisi için İstanbul’a geliyor.

Kim Phuc Birleşmiş Milletler İyi Niyet Elçisi olarak Zülfü Livaneli ile pek çok uluslararası programda birlikte çalıştı. Şimdi de “Barış ve Özgürlüğe Adanmış Bir Yaşam-Zülfü Livaneli” panelinde Savaş ve Çocuklar üzerine bir konuşma yapacak. Sonra da Yaşar Kemal Kültür Merkezi’ndeki açılacak sergiye katılacak.