Havalar ısındı ama geceleri hâlâ biraz soğuk... Cavit Abi’nin teknesiyle açılmıştık denize, püfür püfür esiyordu serin rüzgâr. Çok hızlı giden bir ülkede yaşadığımızı düşündüm bir an; seçimler de yaklaştı ve her şey gibi o da geçip gidecek. Spinoza’nın Etika’da “automaton” dediği, Deleuze’ün Ulus Baker’in çevirisiyle “ruhsal otomatlar” olarak adlandırdığı, yani fikirlere sahip olmayan ama fikirlerin sahip olduğu insanlar olduğumuz sürece, yapacağımız seçimler de şaşırtmayacak belli ki... Hiç değilse, 12 Eylül’ün duvarında bir delik açılabilseydi, barajı aşarak...

Cavit Abi, Ahmet Kaya şarkısı mırıldanıyor “Avutulmuş çocuklar çoktan sustu” diye, sonra şarkının sözlerini değiştirip söylemeye devam ediyor, “Bir biz kalmışız tenhasında gecenin...” Bir ara hüzünlü şarkıları dinleyemiyordum, artık ne kadar hüzün biriktirmişsem içimde. Şimdi şimdi yeniden keyif alır oldum. Hüzünden keyif alınır mı? Sandor Marai, “Buda’da Bir Boşanma” adlı romanında bir nevi “ruhsal otomat”lığın nedeninden bahsediyordu: “Ama işte sorun tam da burada, eğer o garip akımı hissetmezsen, seni ve diğer canlıyı birbirine bağlayan o ilginç iletişim artık sönmüşse… İşte hayat oraya kadar. Elbette ondan sonra da hayatını devam ettirebileceğin, doldurabileceğin binlerce şey var. Ama o andan itibaren benliğinin çarkları boşuna dönüyor…” Hüzünlü şarkıları dinlerken yaşadığım haz, belki de o garip akımı hissetmemle, beni diğer canlılara bağlayan o iletişimin yeniden canlanmasıyla ilgilidir. Deleuze, “tüm biyo-psişik yaşam, bir boyut, yansıma, eksen, dönme, katlanma meselesidir” diyordu ve soruyordu sanki haykırır gibi: “Hangi yöne, hangi yöne gideceğiz?” Bu sözleri içimden tekrarladığımı sanırken, Cavit Abi, “Kuzeye tabii ki!” diye bağırdı. “Kuzey neresi?” desem de bu defa duymadı beni, arkamızda kara görünmüyordu artık.

“Hiç bu seçimlerdeki kadar gerilmemiştim” dedi Cavit Abi, “Ulan sanki üniversite sınavına girmişiz de sonuçları açıklanacakmış gibi.” İlkokul terk biri söylüyordu bunu, nasıl bir heyecansa artık. “O değil de evlat” dedi, “Siyasi tarihi boyunca sürekli kafasına vurula vurula sersemlemiş bir ülkede yaşıyorsan, her şey biraz dengesiz gelir gözüne. Kimin kafasına bu kadar vursan, aptallaşır. Her şeye rağmen ayakta durmayı başarması, mucize gibi bir şey. Bir dakika önce ağlarken, bir dakika sonra kahkahalarla gülen birisine deli gözüyle bakılır genellikle. Farz edelim ki delirdik. Ama deliliğin bile bir aklı, akıllı bir ânı olmaz mı? Bizim köyün delisi, bazen öyle akıllı laflar ederdi ki... Belki bu seçimlerde...” Sözünün gerisini getirmeden denize dikti gözlerini. Bazen öyle bakakalır denize, sanırsın bir şey çıkıp gelecek uzaklardan. “Sanıldığı gibi kitlelerin aldatıldığı filan yok Cavit Abi” dedim, “Deleuze, kitlelerin belli bir anda faşizmi arzuladığından bahseder, sonuçta yıkım olacağını bile bile... Arzu, iktidar ve çıkar arasındaki o karmaşık ilişkiyi çözmeden, kitlelerin neden faşizmi arzulayabildiğini anlayamayacağız.”

“Anladıklarımızı bile anlamamazlığa vuruyoruz ya, artık korkudan mıdır nedir. İster buna bir his de, ister balıkçı sezgisi, iyi mi, kötü mü bilmem ama yeni kuşaklarda bir şeyler filizleniyor. Bütün bu sancılar, o filizlenen şeyin yarattığı baskıdan kaynaklanıyor sanki. Balık tutarken herkes kısmetine razı olurdu, elindekinle yetinmek öğretilmişti bizlere. Bu yetinmenin iyi tarafları olsa da, aslında değişimden ürkmeyi, sıradan hayat tarzlarını sürdürmeyi de getiriyordu peşinden. Şimdiyse iyi kötü, her şey birbirine karıştı; sanki insanlar ikiye yarılmış da, içlerinde ve dışlarında başka hayatlar sürüyorlarmış gibi… Senin şu Deleuze, bunun için de bir şey demiştir belki” diyerek güldü sonra. Filozof çekememezliği böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm, güldüm ben de... “Filizlenen bu şeyin birbirinden çok farklı dalları, çiçekleri var Cavit Abi. Eskiden ‘çağın ruhu’ denilince aynı şey anlaşılırdı, bugünse ‘çağın ruhu’nun o kadar çok yüzü var ki, bu yüzler birbirlerine dönüp bakmıyorlar bile, ya kavgalılar ya da habersiz. Birinin çıkıp ‘savaş!’ diye bağırması, savaş çıkması için yeterli olacak neredeyse. Dünya yumuşak bir maddeden yapılmış da gözümüzün önünde durmaksızın şekli değiştiriliyor sanki; yaşadığımız şehirler nasıl hızla değişiyorsa, ‘ruhsal otomatlar’ olarak bizlerin de bu değişimden payımızı almamız kaçınılmaz.” Karamsar sözler etsem de, gecenin tenhalığı içinde bir şeyin derinden derinden zonkladığını hissedebiliyordum. Cavit Abi’yle “kuzey” dediği yere varıp varamayacağımız belirsiz olsa da, yıldızları görebildiğimiz sürece sorun yok… Attilâ İlhan’ın dediği gibi, “Yıldızlar eskidirler, onlar bizi bilirler...”