La bu ‘Portakal’ ne etti size?

ALPER TURGUT

Bir festival, memleketten bağımsız düşünülebilir mi? Kesinlikle, hayır! Ülke, absürt ve fantastik bir film gibiyse, festival de aşağı yukarı öyledir, kuşkunuz olmasın. Yıllar önce bir büyük depremi takip ediyordum, haberin peşindeydim, insanlar perişan, yıkımın tarifsiz kederi, yansımış yüzlerine, toz ile gözyaşı birleşiminden oluşan çamur, suratlara sıvanmış, hava ağır, kurşun gibi ağır, can kurtarma derdine, mateme bile vakit yok, metanet nasıl olsun, anlatılmaz yaşanır bir hal, sözlerin bile hükmü, artık namevcut. İşte o esnada, başkentten kerli ferli göbekli zevat geldi. Enkaz bölgesinde kırmızı halı serdirdi, yerli yöneticiler, benim aklım durdu, pislenmesin, kirlenmesin diye belki, kodamanların cici ayakkabıları, inanın bilmiyorum, bugün bile hala anlam vermek istemiyorum. Onlar, kırmızı halıda salına salına yürüdüler, boy gösterdiler, iyi bari alkış beklemediler, yuhlamaktan beter eden gözleri ben gördüm, onlar da görmüş olsa gerek, geldikleri gibi apar topar gittiler.

Diyeceğim o ki; kırmızı halı, yurdumuzun biricik gerçeği olmuş, özentilik ve eziklik, yerleşik bir hal almış, gösteriş, filmin önüne geçmiş, canım içerik, vitrin zihniyetine yenik düşmüş. Film festivallerimiz, tam bir yıl boyunca itinayla hazırlıkları yapılan Akademi ödül törenlerini veya Cannes’ın kendini ispatlamış ve kabul görmüş rüküş tarzını, kendilerine uyarlama çabasından vazgeçip, emsal aramak yerine, özgün projeler ve işler peşine düşseydi keşke… Ama nerede, festival yönetimleri, meselenin magazin boyutuna odaklanıp, bir türlü festival kısmına geçemiyor, kendilerine koydukları çıtayı bile aşamıyorlar işte, en ufak eleştiriye bile katlanamayanlar, seçkin gördükleri zümrenin, goygoyuyla ve cılız alkışlarıyla, kalıcı ve çarpıcı bir iş yaptıklarını sanıp dururlar, o kadar.

Evet, Türkiye’nin en eski film festivali, kentin adının önüne geçtiği gerekçesiyle, meşhur ‘Altın Portakal’dan bu yıl kurtuldu, 52. Uluslararası Antalya Film Festivali adıyla, gecikmeli de olsa yapılabildi. La bu ‘Portakal’ ne etti size? Ne güzel zihinlere yerleşmiş işte, ne demeye kaldırırsınız ki, narenciye festivali olarak algılamıyordu insanlar veya Turunçgiller familyasının müthiş zaferi diye…

Efendim, belki şehre bir film gelir demiş şair, festival, bahar gibi bir şey yani, insanın içini kıpır kıpır eden, yaşama arzusunu yeniden tetikleyen, yeşeren, yeşerten… Eee ne yaptınız, aldınız kış aylarına sürüklediniz, seçim dediniz, G20 dediniz, yaz kentinde, kış festivali tertiplediniz. Gelecek yıl, bu yanlıştan dönülür, baharın, ilki, sonu da fark etmez, güzel bir tarih seçilir, umarım.

Kente belki bir film gelir demiştik değil mi? Gelmiş de ne olmuş demek gerek belki de, çünkü tek tük filmler dışında, salonlar bomboş imiş. Neden imiş dedim, çünkü yıllardır davet edildiğim festivale, davet edilmedim, oradaki arkadaşlar söyledi, Antalyalılar, festivallerini pek önemsememiş, katılım göstermemiş. Oysa geçmiş yıllarda, salon hınca hınç dolardı, merdiven basamaklarına tüneyerek, kaç film izledim, hiç saymadım. Antalya’nın açılış günü, -artık kayan yıldız olsalar da- ünlü konuklarına (Kathlen Turner, Jeremy Irons ve Vanessa Redgrive) rağmen, şampuanlı Altın Kelebek, daha çok rağbet gördü. Herkes kelebeği, yazdı, çizdi, konuştu, yerli ünlüler de şampuana koştu, koltuklara doluştu.

Geçen sene festival komitesinin, kişisel kaprisleri, kriz yönetiminden bihaber olması, kimine tüm festival, kimine yarım festival davetiyesi göndermesi, özetle haksızlığı kendine güzelce yakıştırması yüzünden, davetlerini reddetmiştim. Düşünsenize, film eleştirmenine, ya festivalin başında, ya da sonunda gel diyorlar, misal 12 film varsa, altısını seyret, geri kalanı da izleme, oh ne güzel, sayılar önemli, film değil, muhteviyat hiç değil! Elbette sansür meselesi, birçok yapıtın kendini çekmesi, geçen sene bu kararı almamdaki, asıl sebep idi. İstanbul’dan Antalya’ya festivaller, yasak da neymiş, yaşasın çiçek, böcek diyerek, özgürlükten, sanattan ve sinemadan ödün verdiler, aman festivaller sürsün de, nasıl sürerse sürsün mantığıyla hareket ettiler, ne yazık ki. İstanbul, festival yöneticini değiştirerek, yeni bir arayış içine girmişken, Antalya, gayet halinden memnun bir şekilde devam etti. Üstüne üstlük belgeseli de programından çıkardı, tehlikeli bir safra atılmış oldu, buna karşın, memleketin, atınca mangalda kül bırakmayan yönetmenleri, para ödülü yüzünden, bırak protestoyu, kınamayı, şunu bunu, resmen akın akın, festivale başvurdular. Haliyle sinemacılar, bölünmüş oldu. Zaten bu ülkenin gerçeği, kamplara ayrılmak veya hiçbir şey olmamış gibi davranmak, kolayı seçtiler, sinemamız, neden ezber bozan olamıyor, neden yerelden evrensele geçemiyor, yeniden hepimize kanıtladılar.

Gazeteci refleksiyle, orada neler oluyor, tanıklık edelim, seyretmediğimiz filmleri seyredelim diye, bu yıl festivale katılmak istedim. Lakin bilgilendirme mailleri bile gelmiyordu artık, akredite olun dediler, peki, hayhay dedim, doldurup yolladım, reddettiler. Bari muhalifsin, dilinin de kemiği yok deselerdi, demediler. Nedenini bile söylemediler, sinemayla alakalı, alakasız, salt ünlü olsun, hatta ünlü yakını ve çalışanı olsun, bizim gibi düşünen olsun, yeter ki suya sabuna dokunmasın denilerek, herkesi davet eden festival yönetimi, bir sinema yazarına, sen gelme arkadaş dedi, neyse canları sağ olsun. Derdim, kişisel değil, kafa ütülemek hiç değil kesinlikle, festivalleri yönetenlerin, hep aynı tipler olması, kendi çıkarlarına göre, giderek dibe vuran sinemamızı, bitmeyen şekillendirme heveslerine, ses etmek, tepki göstermek elbette. Festivallerin, ivme kaybetmesinde, seyirci yitirmesinde, belediyelerin ve partilerin, bence pek ilgisi, alakası yok. Belediyeler, tüm etkinlikleri, kentin tanıtım organizasyonu ve seçmenlerin mutlu eden işler olarak görür, sorumluluğun çoğu, festivali düzenlemek adına yola çıkan, sonra her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştıran, kendilerini ‘elit’diye sınıflandıran, ben her şeyi bilirim kafasını yaşayan bir avuç insanındır, gerisi hikâyedir.

Hah! Peki, nasıl düze çıkacağız? Bu kafayla zor dostum, zor, çok zor... İnsanları küstüren, sinemacıları bölen, izleyiciyi, beyazperdeye değil, TV ekranlarına yönlendiren zihniyetle, bir arpa boyu yol gidemeyiz, hiç kusura bakmayın. Sanat sineması adına üretilen projelerin, klişe deposu ve apartma işler olmasından, sadece belli bir azınlık mutluluk duyabilir, kendi aralarında kaynatabilirler. Çoğunluğun bu tuhaf filmleri izlemesini geçtim, onlar, mevzunun farkına bile varmaz, haberleri bile olmaz.