Alevilikte ölüm yoktur. Her doğan biraz ölmüş, ölenler bir daha doğmuştur. O yüzden, öldü denmez, ‘Hakka yürüdü’ denir gidenlere. Ölen, var olmanın eksiliğini canı pahasına tamamlamıştır. “İnsan üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can, biraz da hevestir.” Ve öte dünya değil bu dünyadadır olan biten ne varsa. “Cehennemde ateş olmaz nar yoktur, herkes […]

Alevilikte ölüm yoktur. Her doğan biraz ölmüş, ölenler bir daha doğmuştur. O yüzden, öldü denmez, ‘Hakka yürüdü’ denir gidenlere. Ölen, var olmanın eksiliğini canı pahasına tamamlamıştır. “İnsan üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can, biraz da hevestir.” Ve öte dünya değil bu dünyadadır olan biten ne varsa. “Cehennemde ateş olmaz nar yoktur, herkes ateşini bile götürür” demiştir ulu ozanlardan Pir Sultan. Bir darağacında sallandırılırken bedeni, canını Bedreddin’den almış, sesini Deniz’e ulaştırmıştır. Hevesini almış, dünya üzerinde bütün yurtları gezmiş, bir tas suya hasret göçüp gitmiştir. Can için yalvarmayanlara ölüm yeniden diriliştir: “Ben Musa’yım sen Firavun / İkrarsız Şeytan-i Lain/ Kaçıncı ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir.”

Ölüm bedenin çürümesi değildir. Ölen devr olur. Yıldız tozlarındaki cevherden, akarsuda çırpınan balığa kadar her şey birbirine dönüşür. Ölüm yok olma değil, dönüşümdür. O nedenle evrenin her zerresini kendinden bilir, kendine ait görür. Hayvanın canı kendi canıdır, bitkinin canı kendi canıdır, taşla toprağın, dağ ile suyun canı kendi canıdır. Doğayı kendinden gayrı görmediğindendir bütün evrene olan saygısı: “Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır/ Doğan ölen yapan bozan hep Haktır/ Her nereye baksan Hakk-ı mutlaktır/ Ahval-i vahdeti beyan eyledik.”

O nedenle avcılar ceme giremez. Cana kıyan cemden uzak tutulur.

Cemlerde post dünyanın merkezidir. Herkesin yere oturduğu, eşitliğin kurulduğu, cemin dışındaki adaletsiz dünyaya inat herkesin bir kılındığı, özlerin, canların aynılaştığı bir yerdir. Cem dünya üzredir ancak dünyadan gayri her yerdedir. İçeri girenler bilir ki dışarı çıktıklarında yeniden, bir kez daha o kirlenmiş dünyanın kiri, isi, pası bedenlerine, akıllarına, ruhlarına bulaşacaktır. İçerde olanlar bilir ki bir yanları dışarıda kalacaktır. Cinsiyet yanları, çocuk yanları, yaşlılık ve gençlik yanları, zenginlikleri ve fakirlikleri, makam sahibi olmakla olmamak arasındaki o büyük sömürü farkları, hepsi dışarıda kalacaktır. İçeride birlenecek, içeride aynılaşacaklardır. Tam da bu yüzden, ceme giren, dışarıdaki adaletsizlik ve eşitsizlikleri bilecek ve onları yok etmek için elinden geleni yapacaktır. Bir çocuğun bile rızası olmazsa cem başlamayacak, o cem o çocuğun rızası alınmadan asla cem olamayacaktır. Olan biten tıpkı Koca Veysel’in dediği gibidir: “Hû çeker iniler çalınan sazlar. Kükremiş dalgalar coşar denizler. Güneş doğar perdelenir yıldızlar. Saçar kıvılcımlar sen varsın orda.” Orada sevgili hak olacak, hak sevgili olup görünecektir. Hakla insan, nefretle aşk, iyiyle kötü, doğruyla yanlış birbirinin içerisinde eriyip gidecektir. Önce insana akacak, insandan evrene dolacak, evrenden yeniden insana taşacaktır. Bütün evren, Hüdai’nin dizelerindeki gibi, insana gelip erişecektir: “Bütün evren semah döner, aşkından güneşler yanar.”
Cem kimsenin kimseyi bilmediği, sırların ademde sırrolduğu; herkesin kendi nurunda yanıp, kendi bildiğini kendisinin faş ettiği yerdir. Ali insanda, insan Ali’de görünür. Sır Ali’dir. An ve mekan onda erir. An’ın öncesi ve sonrası yoktur. Mekan ve zaman yok olur, dem gelir baş köşeye oturur: “Hakkın kandilinde gizli nihanda/ La mekan elinde sır idi Ali/ Küntü kenzin hep esrarı andadır/ Dünya kurulmadan var idi Ali.”

Cemde zaman yok olur. Bu nedenle orada zaman doğrusal değildir. Yarından bugüne, bugünden yarına gitmez. Menzil dünü bugünde, yarını dünde yanında taşır. Ölenler ve doğmayanlar, gidenler ve asla gelmeyecek olanlar oradadır: “Katre idim ummanlara karıştım/ Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir/ Devreyleyip alemleri dolaştım/ Bir sanata kaç sarıldım kim bilir/ Bulut olup ağdığımı bilirim/ Boran ile yağdığımı bilirim/ Alt’ anadan doğduğumu bilirim/ Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir…”
Ve bütün bu döngüde asla erilmeyecek bir menzile doğru olgunlaşmaya çalışandır insan. İnsan-ı Kamil, canın ya cismen öldüğünde ya da –hayattayken- “ölmeden öldüğünde” ulaşacağı menzilin kendisidir. Ama bu menzile ulaştığında insan aklının ve bedenin dışında kalacak ve kendisi bunun farkına asla varmayacaktır: “Dostlar beni bir kazana koydular/ Kırk yıl yandım daha çiğsin dediler/ Ölçeğimi gram gram yediler/ Bir kantarda tartamadım ben beni…”. İnsan Mahzuni Baba’nın sözlerindeki gibi dünya üzerindeyken yanmaya yazgılıdır. O hep yanıp duracak, yanıp duracak, yanıp duracaktır.