Labirentteki İnsan: Büyük Hizmetkâr

MEHMET ATİLLA

Kitapları değişik dillerde yayımlanan ve Soluğun Mucizesi adlı romanıyla 2010 Atina Edebiyat Ödülü’nü paylaşan, ertesi yıl da Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Yunan yazar Dimitris Sotakis’in son yapıtı Büyük Hizmetkâr, Fulya Aktüre çevirisiyle Delidolu Yayınları tarafından okura sunuldu.

Gündelik yaşantılardan sapmayı, bireyin varoluşsal takıntılarını irdelemeyi ve yaşamın dengelerini altüst etmeyi ilke edinen Sotakis’in trajik kahraman yaratma becerisinin bu kitapta da sürüp sürmeyeceğini merak ediyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse romanın ilk bölümlerini böyle bir beklentiyle okudum. Emlak zengini bir adamla tanıştık önce. Adı, ailesi, yaşadığı coğrafya belirsiz, ortalama bir tip. Yalnız yaşamanın dayattığı tekdüzelik içinde bunalmış da üstelik. “Hayatın bize sormadan, neredeyse bizi yok sayarak, rızamızı almadan, kendi belirsizliklerini düzenleyen bilinmez bir içsel hızla aktığı aşikâr,” (s.61) diye özetlediği sürüklenmenin içinde yaşayıp giderken bu gidişin yönünü değiştiren iki girişimde bulunuyor. Birincisi amcasının ölümünden sonra onun boşta kalan yardımcısını yanına alıp iş vermesi, ikincisi de sanal ortamdan bir sevgili edinmesi.

Bir açıdan bakıldığında patron, işveren, efendi kimliğine bürünmüş bir iktidar sahibi; öte yandan henüz yüzünü bile görmediği bir sevgilinin hizmetkârı. İşler bu kadarla kalsa iyi, zamanla bir çıkış yolu bulunabilir belki. Fakat tam da bu noktada, Sotakis öteki kitaplarında da kullandığı yönteme dönüyor ve “yabancılaştırma estetiği” kapsamına alınabilecek tekniğini kullanmaya başlıyor. Okurun olay örgüsüyle bütünleşmemesi ve kendisini metnin dışına alabilmesi için gerçekçi düzlemden yavaş yavaş uzaklaşıyor, gerilimi aşırı uçlara taşıyor, ardından da gerçeküstü ögelere uzanan bir kurgu oluşturmayı başarıyor. Böylelikle her romanında olduğu gibi Büyük Hizmetkâr’da da eleştirel bir bakış açısı oluşturarak modern bireyin mutluluk peşinde koşarken yakalandığı tuzakları gözler önüne seriyor. Sayfalar ilerledikçe dizginleyemediği tutkularının tutsağı olmuş bir karakterin şizofrenik sayılabilecek saplantılarıyla baş başa kalıyoruz ve anlatıcı karakter bütün bunları içdökümünü andıran bir dille paylaşıyor. Yazarın noktalı virgülü bolca kullanarak cümlelerin birbirinden kopmamasını sağlamak istemesinin nedeni bu olsa gerek.

Kuşkusuz ki erk sahibi olmanın kendine göre bir çekiciliği var. Ama madalyonun arka yüzü de önemli. Her şeye egemen olduğunu düşünen insanların kendilerini bir mutluluk yanılsamasına kaptırabileceğini, bilerek ya da bilmeyerek etkin olmaktan edilgin olmaya geçebileceğini düşünmemizi de sağlıyor Büyük Hizmetkâr. Özne ile nesnenin yer değiştirmesi gibi bir durum.

Başlangıçta başarılı bir işadamı kimliği sergileyen roman kahramanı, zamanla yıpratıcı bir düşüşün akıntısına kendisini kaptırıyor ve biri yanı başında, diğeri uzakta olan iki özel karakterle kurduğu ilişkide gönüllü bir silikleşmeden haz almaya başlıyor. Bir zamanlar televizyon başında pinekleyen yardımcısının yerinde kendisinin oturmaya başladığını ve buyruk vermekten buyruk almaya geçtiğini fark ettiğinde ise iş işten geçmiş oluyor elbette. Böylelikle kendiliğinden bir güç devri oluşuyor ve roller tersine dönüyor. Efendi ile hizmetkâr yer değiştirmiştir artık.

Kitabın “Labirent” başlıklı özel bölümünde bu yer değiştirmenin şifrelerini okuyoruz. Karşısındaki iki karakterin (yardımcı ve sanal sevgili) işbirliğinin artması sonucunda ruhsal bir labirentin içinde dolanmaktan kurtulamayan “eski efendi yeni hizmetkâr”ın kendi elleriyle oluşturduğu bu çıkmazdan sıyrılma savaşımı vermesi ve gücünü tümüyle yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalması son derece çarpıcı bir biçimde işlenmiş. “O günden itibaren beni çağıran bir ses duymaya başladım, insan sesiydi, beni çıkmaya davet ediyordu; çıkış burada diye bağırıyordu bana, ne oturuyorsun, duvarları yıkıp gel, seni bekliyoruz, şu iğrenç çiçekleri sök ve bizi takip et, ama ben kulaklarımı tıkayıp uyuyordum.” (s.150)

İlk bakışta kişiden kişiye uygulanan gücün romanı gibi duran Büyük Hizmetkâr’ın omurgasında insan denen canlının hedefe ulaşmak için biriktirdiği doyumsuzluğun, inatçı arzuların ve bu uğurda sarıldığı saçma sapan yöntemlerin izlerini sürmek olası. Belki de bu yüzden herkes bir başkasının efendisi ya da hizmetkârı. Dimitris Sotakis bu çelişkiye çevirmiş bakışlarını. Hem de son derece keskin gözlerle. Kitabı ilgiyle okudum. Aradığımı bulmuş olmanın keyfi de başkaydı doğrusu.