Laiklik görünüşte var artık, sözde laiklik, sadece din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmiş olarak. Oysa laiklik insanın din ve vicdan özgürlüğüyle sınırlı olmayan, bunları da içeren ama her konudaki özgürlüğümüzü sağlayan bir bütünlüktür.

'Laikçi Teyze!'

Bilmiyorum onu tekrar bulabilecek miyiz? Bulduğumuzda, ona sıkı sıkı sarılacak mıyız? ‘Sensiz olmaz, biz ettik, sen etme, bizi bırakıp gitme!’ diye yalvaracak mıyız? Her gece başımızı yastığa koyup, vicdan, şu bu türden muhasebeler yaptığımız gibi, onu da hesaba katacak mıyız, sabahları uyandığımızda, ‘şükür onunla yaşıyoruz memlekette!’ diye güne göz kırpacak mıyız? Ezcümle, “Eller ayırsa bile/yollar ayırsa bile/diller ayırsa bile/biz ayrılamayız!” diye şarkılar söyleyip, sözümüzü tutacak mıyız?

Valla ister tutalım sözümüzü ister tutmayalım, ama sonra da ‘laiklik elden gidiyor!’ diye ağlaşmayalım! Tabii hâlâ elden gitmediyse, yani ne kadarı kaldıysa, yani kaldıysa! Nâzım Hikmet “Akrep gibisin kardeşim,/korkak bir karanlık içindesin akrep gibi./Serçe gibisin kardeşim,/serçenin telaşı içindesin./Midye gibisin kardeşim,/midye gibi kapalı, rahat.” dizeleriyle başlar ya “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” şiirine. “Biraz kül, biraz duman”, doğrusu o mahlukat biziz işte! Bugünleri görseydi “Kurbağa gibisin kardeşim,/alttan ısındıkça keyif alan, sonra da haşlanan’” diye yazmazdı tabii, bu kadar kötü dize yazılır mı, ama bu mealde bir şeyler söylerdi!

Kurbağa gibiyiz kardeşim, haşlanan kurbağa sendromu içindeyiz! Orhan Veli’nin ta 1940’larda “Yaprak” dergisinde sözünü ettiği tehlikeyi kulak ardı ettik, soğuk suya bırakılan kurbağa gibi yavaş yavaş ısıtıldık, derken canımız yanmaya, tutuşmaya, haşlanmaya başladık, fakat ne yazık ki vakit hayli geç olmuştu! Olmak üzere! Kurbağa kardeş haşlanmak üzere!

“Kadınlar vardır!”. Anamız, yârimiz, eşimiz, sevgilimiz, kardeşimiz, kızımız, arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız kadınlar. Eğer kurbağa yanıklarla sıyrılabilirse bu kez, tümüyle kadınların canını dişine takması, meydanlara çıkması, sesini yükseltmesi, hakkını araması, özgürlüklerine sahip çıkması ve erkekleri de uyarması sayesindedir. Kadın öncüdür. Hak ve özgürlüklerine erkeklerden daha çok sahip çıkar, çıkmalıdır. Erkek, ne yazık ki, özgürlükçü, demokrat filan da geçinse, ‘gen’etik olarak mı diyelim geleneksel olarak mı, iktidara eğilimli, otoriteye düşkün ve biata hazırdır.
Hepimiz suçluyuz! Derece derece de olsa, az ya da çok da olsa, suçluyuz! Suçumuz büyük ve bağışlanacak gibi değil. Çocuklarımız, torunlarımız, onların çocukları bizim aymazlığımıza, duyarsızlığımıza hayret edecekler, akıl sır erdiremeyecekler, bu akıl tutulmasına nasıl tutulduğumuzu çözemeyecekler! Peki biz ne yaptığımızı çözebilecek miyiz? Bunu kendimize açıklayabilecek miyiz? Her şeyi göze alarak kendimizle yüzleşip hesaplaşabilecek miyiz? Zor, çok zor!

Yine de özür dileyerek başlayabiliriz. Kimden mi özür dileyeceğiz? Elbette kadınlardan! Hani alanlara çıktıklarında, Cumhuriyet için haykırdıklarında, ‘laikçi teyze’ler diye dalga geçtiğimiz, dalga geçmesek de ilgilenmediğimiz, hatta pek ‘arkaik’, modası geçmiş, eski kafa bulduğumuz kadınlardan. Bazen ‘beyaz’ dediğimiz, bazen ‘İzmirli’ diye tarif ettiğimiz Cumhuriyet kadınlarından, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni savunan kadınlardan, kısacası ‘laikçi teyze’lerden özür dilemeliyiz.

Laikliğin doğal olduğunu, “ekmek gibi aziz, su gibi aydın” olduğunu, kadın, erkek her insana şart olduğunu, ama en çok da kadınlara gerekli olduğunu, özellikle bizimki gibi erkekler korosunun tüm sesleri bastırdığı, ‘çatlak’ ve ‘aykırı’ seslerin duyulmasını engellemek için daha çok bağırdığı bir memlekette yılmadan, bıkmadan dile getirmek yine kadınlara düştü. Çığlık çığlığa, bazen saçlarından sürüklenerek, bazen yerlere vurularak, bazen tekme tokat dövülerek…

Çünkü Cumhuriyet, eksiklerine, yanlışlarına, hatalarına karşın, en çok da kadınlar içindi. Cumhuriyetle bitmek tükenmek bilmeyen hesaplaşma, en çok da kadınları sokağa çıkarması, evin dört duvarından kurtarması, onu ev kadınlığına ve anneliğe mahkûm etmemesi, okullara yollaması, kadın-erkek eşitliğini vurgulaması ve sayıları az da olsa onların da belediye başkanı, milletvekili, rektör gibi görevlere seçilmesine olanak sağlaması nedeniyle oldu, oluyor.
Memlekette artan gericileşme, ırkçılık, cinsiyetçilik en çok da kadınları vuruyor. Kadın cinayetlerinden genç kız intiharlarına, çocuk istismarlarından cinsel zorbalığa, saldırganlığa, kadını ikinci sınıf ve cinsel nesne olarak gören zihniyet, çocuklara da aşılanıyor ve onlar da öğretmenlerine, annelerine, kardeşlerine baskı yapıyor. Yani kuşatma yalnızca tepeden değil, aynı zamanda ve daha da tehlikelisi aşağıdan yukarıya doğru gelişiyor, genişliyor, pekiştiriliyor.

“Tehlikenin farkında mısınız?” diyenlere, bunu manşet yapan gazetelere, kitaplara, açık oturumlarda dile getirenlere, sanki başka bir gezegenden gelmişler, başka bir zamandan konuşuyorlarmış gibi baktık, kulaklarımızı tıkadık, gözlerimizi kapattık. Ah kurbağa kardeş ah, sonunda bu karanlığa kaldık, bu ateşte yanmaya başladık. Tehlikenin farkına vardık! Vardık ki hem de nasıl!

Laiklik görünüşte var artık, sözde laiklik, sadece din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmiş olarak. Oysa laiklik insanın din ve vicdan özgürlüğüyle sınırlı olmayan, bunları da içeren ama her konudaki özgürlüğümüzü sağlayan, savunan, koruyan, bir bakıma da varlığımızın güvencesi olan bir bütünlüktür. İçinden bir bölümünü alıp, arzu, istek, inanç ve dünya görüşümüze göre, içeriğine ve sınırlarına karar verebileceğimiz bir şey değildir. Tanımı hükümetlere göre değişemez, değiştirilemez. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi nasıl varsa ve Doğu’da şu kadarı uygulanır, Batı’da şu kadarı diye ahkam kesilemezse, laiklik için de şurası bize uygun, burası uygun değil diye fetva verilemez…

…Diyoruz demesine de, gel gör ki durum hiç de öyle değil! Karma eğitim tartışılıyor, her alanda ve konuda fetva veriliyor, Mehdi’nin gelişine hazırlık yapılıyor, kadınlara kaç çocuk doğurması gerektiği vaaz ediliyor ve “nesini söyleyeyim canım efendim” dediği gibi deyişin, “gayrı düzen tutmuyor sazımız bizim!”

Laiklik; insanın yeryüzünde nefes almasıdır, insanın doğaya ve doğasına uygun biçimde insanca yaşamasıdır, otorite, yetke, erk, iktidar gibi kurumlar karşısında varoluşunu savunması, özgürlüğünün hiçbir koşulda kısıtlanmaması, haklarını sonuna kadar alması, kullanması, ‘kadınlar erkeğin hizmetkârıdır’ yollu, Tanrının da kulun da ağrına gidecek faşist söylemlere karşı avazı çıktığınca kahkaha atması, sokaklarda dans etmesi, kimsenin ibadetine kimsenin karışmaması, bir dinin ya da mezhebin ibadethane talebine başka mezheplerin karar vermemesi, ve elbette çoğulcu bir düzende, dil farkı, din farkı ve mezhep ayrımına uğramadan eşit yurttaş olmanın tadına varması, çocukların çağdaş bilimsel eğitimle birer dünya yurttaşı olarak yetişmesi, ondan gelip yine ona döneceğimiz tabiat anamıza saygıda kusur edilmemesi, hayvanların yeryüzüne geldiğine pişman edilmemesi, ve dünya nimetlerinin hakça paylaşılmasıdır bizim nazarımızda.

Tabii ‘laikçi teyze’lerin de haklarının teslim edilmesi kaydıyla. Zira hepimizin görevi, laik cumhuriyeti savunmaktır, laiklik haktır, laiklik yoksa gerisi laftır!

Yazı Önerileri:
L: Laf Ebesi, Lodosçu, Laykçı…

cukurda-defineci-avi-540867-1.