Gezi süreci, o Haziran günleri hâlâen büyük onurumuz, umudumuz, heyecanımız, düşümüz olmaya devam ediyor. Bugün Gezi ruhunun yaşatılması, yeşertilmesi, geleceğe taşınması tek bir noktada düğümleniyor: Laikliğin tekrar kazanılması mücadelesinde. Türkiye’nin tüm çelişkileri, sosyo-kültürel fay hatları, ortak direniş olanakları tek bir kapıya çıkıyor: Laiklik için seferber olmaya. Demokrasi ve özgürlük için de; sınıf mevzilerini korumak için de; ödediğimiz vergilerin hesabını sormak için de; yaşam tarzımıza, bedenimize, çocuklarımızın geleceğine sahip çıkmak için de gericiliğe karşı barikat örmek zorundayız.

Aşağıda, laikliği fikri düzeyde tekrar kazanmak için 10 maddelik mütevazi bir kılavuz yer alıyor:

1) Ne yazık ki bugün, “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” sloganını savunmanın pratik bir karşılığı kalmadı. “Türkiye zaten hiç laik olmadı” söylemi de, radikal tınısına karşı, Cumhuriyet’le eksiğiyle gediğiyle bir tür laik düzen kurulduğunu reddeden, AKP’nin ekmeğine yağ süren yanıltıcı bir iddiadır. Öyleyse, “laikliğini yeniden kazanma” vurgusu yapmalı, ama bunun geçmişin ihyası değil, bütünlüklü bir “yaşamı dünyevileştirme” çağrısı olduğunun altını çizmeliyiz.

2) Gücünün azlığına, örgütlerinin yetersizliğine karşın sosyalist-devrimci hareket toplumun “ahlaki pusulası” olmaya devam ediyor. Laikliği ilkeli, tutarlı bir şekilde savunma sorumluluğu bizlerin sırtında. CHP kitlesinin laiklik konusundaki duyarlılığı, hatta zaman zaman militan tutumu, “çarşaf açılımından”, “her mahallede imam-hatip” vaadine, Cuma namazı iznine net bir biçimde karşı çıkamayışına kadar ne yazık ki genel merkez tarafından hep boşa düşürüldü. HDP zaten, en son Müslüm Doğan’ın “tekke ve zaviyelerin açılması” önerisinde görüldüğü gibi laikliği hep “geniş ittifak ve pazarlık” malzemesi yaptı, ilkesel bir tutum takınmadı. Gerek Kemal Kılıçdaroğlu, gerekse de Selahattin Demirtaş’ın söylemindeki dini referanslar Demirelleri, Özalları fersah fersah geride bırakıyor. Bu nedenle CHP’yle de, HDP’yle de laiklik ekseninde ittifaklara açık, tavizsiz bir mücadele, Haziran Hareketi ile tüm devrimci-sosyalist kesimler, bizlerin sorumluluğundadır.

3) Laiklik mücadelesi, “Bilim, Aydınlanma, Evrensellik” savunusuyla at başı gitmek zorundadır. “İslami hakikat rejiminin” karşısında tutarlı bir “dünyevi hakikat rejimi” inşa etmek ancak bu değerlere sahip çıkmakla mümkündür. Post-modernizmin, sol liberalizmin yol açtığı kafa karışıklığını gidermek, bilinmezlik, görecelilik, “her şey uyar” anlayışını mahkûm etmek, Aydınlanmacılığa daha fazla sahip çıkmayı gerektiriyor.

4) Saray rejimi inşa edilirken, yalan ve çarpıtmaya dayalı bir tarih yazımı da devreye giriyor. Doğaldır ki sol, laik kesimde de ayrıntılarda farklı tarih yorumları bulunacaktır. Ne var ki Tanzimat - 1908 Devrimi - Cumhuriyet üçgeninde 1923’ün devrimci sıçramasını inkar etmek de, ilericilik – modernleşme serüvenini sırf Cumhuriyet’e indirgeyen bir yaklaşım da eksik kalacaktır. Dünya koşullarını göz ardı ederek, kapitalizmin o aşamasının ulus devletleşmenin önünü açtığını es geçerek, 1908’i idealize eden, Cumhuriyet’i küçümseyen “sol” görünümlü yorum da laiklikliği yeniden kazanma çabasına katkı sağlamayacaktır.

5) Kazanılmış mevzileri korurken, “Kadıköy-Çankaya-Konak” benzeri adalara sığınmak da; kamusal eğitimi kaybedilmiş sayıp “özele” kapağı atmak da sonuç vermeyecektir. Gezi’de Kayseri’den, Trabzon’a tüm yurda yayılan eylemlilikleri hatırlarsak, laiklik “hattı müdafaa yok, sattı müdafaa var” anlayışıyla yeniden kazanılabilir. Din ve ibadet özel alana çekilirken, kamusal alana laiklik damgasını vurabilir.

6) Bilindiği gibi laikliğin bir yumuşak, bir de sert yorumu var. Kendi hareket, parti, sendikalarımızda, çocuklarımızın eğitiminde, “akıl ve deney tarafından doğrulanmayan” dini önerileri reddedebiliriz. Ne var ki İslamcılarla tartışmayı, “yumuşak” yorum üzerinden, “bilim ve dini tartışırken” şüphecilik ve hoşgörünün esas alınması çerçevesinden kurmalıyız. Böylece dinin toplumsal ve kamusal alana müdahalesine, din içi bir tartışmayla değil, “demokrasi, evrensellik, insan hakları” ekseninden karşı çıkabiliriz.

7) Liberal, sol liberal çevreler söylemlerini, “geçmişte dindarlar zulüm gördü, şimdi aynı yöntemlere başvurmaları doğru değil” varsayımı üzerinden kuruyorlar. Böylece İslamcılara tartışmaya 1-0 önde başlama imkanı tanıyorlar. Halbuki, her fırsatta en azından 1950’den beri dine, cemaatlere, tarikatlara prim veren sağ zihniyetle yönetildiğimizi, 12 Eylül’ün resmi ideolojisinin “Türk-İslam sentezi” olduğunu vurgulamak gerekiyor. Buna karşın her fırsatta, din ve inanç özgürlüğünün teminatının laiklik olduğunu, insanla tanrı arasındaki ilişkiye müdahale niyetimiz bulunmadığını tekrarlamaktan geri durmamalıyız.

8) İnsanı yalnızlaştıran, köleleştiren, yoksullaştıran piyasa toplumunun, emekçileri “hayır hasenet” ağlarının tuzağına düşürdüğünü unutmadan neoliberalizme; Taliban’dan başlayarak IŞİD’e uzanan Cihatçı örgütlenmelerde hep onların parmağı bulunduğunu göz ardı etmeden emperyalizme karşı mücadeleyi laiklik kavgasının halkaları haline getirmeliyiz.

9) Emekçilerin yanısıra, “beyaz yakalı, şehirli, profesyonel” kesimler de Gezi’nin asli bileşenleriydi. Üretim sürecindeki rolleri muğlak da olsa; İslamileşmenin en güvendikleri bilgi, beceri ve eğitime dayalı “liyakat mekanizmalarını” tıkamasına tepkileri ve yaşam tarzlarına kıskançça sahip çıkmaları nedeniyle laiklik kavgasının doğal müttefikleri arasında yer almalılar. Zaten laiklik ancak en geniş ittifaklarla yeniden kazanılabilir.

10) Spontane tepkiler ve küçük başarılar hem kitleselleşme, hem de saflarımıza moral kazandırma anlamında sembolik önemdedir. Ensar’a karşı yükselen yoğun öfke, örgütlü biçimde Nurettin Yıldız’ın panellerinin iptalinin sağlanması, kadınların Kızılay’da kadınlara kapanma çağrısı yapan sarıklıları kovalaması gibi eylemlerin arkası kesilmemelidir.