Türkiye’de laikliği kavramaya çalışırken en kolay yoldan “din devlet ilişkisi ayrılığı” olarak sınırlamak savunmasız insanı çıkmaz bir sokakta haydutların eline teslim etmeye benziyor.

Laikliği savunmanın acilliği üzerine

Taliban’ın zaferi Türkiye’de de kimi hevesleri canlandırmışa benziyor. Diyanet İşleri Başkanı, Anayasa’nın iktidarın görmezden geldiği, fiilen geçersizleştirmek için uğraştığı laiklik ilkesini açıkça ihlal ederek dinin ticarette, siyasette ve yargıda etkin olması gerektiğini savundu. Bu başarılı özet ülkenin şeriatla yönetilmesinin zamanın geldiğini ima ediyordu. Tamam, belki erken dile getirilmiş olabilir ama ideolojik hazırlığın da zamana gereksinimi yok mudur? Kaldı ki yalnızca ideolojik değil, siyasi ve pratik adımların da hızlandığını, üstelik bu adımların muhalefetin işe yarayıp yaramayacağı belirsiz seçimleri kazanma stratejisi nedeniyle yanıtsız kaldığını, sosyalistlerin, durumun ciddiyetinin farkında olan demokratların dışında hemen herkesin bu vahim durumu izlemekle yetindiğini görmüyor muyuz? Şeriatçıların ve başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere bürokratların toplumsal yapı ile ilgili söylemleriyle yarattıkları algının açığa çıkartılmasının önemi büyüktür.

DİNDARLAR ŞERİATÇI MI?

Egemenlerin yıllar boyunca hemen herkese kabul ettirdikleri ve hiç vazgeçmeye yanaşmadıkları “gerçek”, “toplumun yüzde 99’unun Müslüman olduğu” gerçeğidir. Öyledir, ama bu gerçeğin doğrultulmaya gereksinimi var. Bunun için de Müslüman denildiğinde kimi kastettiğinizin anlaşılması, herkesin kabul ettiği bir Müslüman tanımının bulunup bulunmadığının sorgulanması gerekir; bu nedenle de konunun objektif bir şekilde tartışılması zorunludur. Kuran’ın eli kanlı yorumcularını el Kaide, IŞİD, Taliban gibilerini ve Türkiye’deki “doğrusunu, dinin gerçeklerini Kuran’ı onlar savunuyor” diyen tarikat mensuplarını mı, yoksa kendini Müslüman olarak tanımlayan, dindar ama dinin kurallarını da tam olarak yerine getiremeyen, samimi dindar büyük çoğunluğu mu kastediyorsunuz? Türkiye’de büyük çoğunluk gerçekten de Müslüman’dır ama Terry Eagleton fantastik filozof Nietzsche’nin anlaşılmamış ve fantezileşmiş “aforizmasını” enine boyuna irdelerken, şakayla karışık, “din gündelik yaşamımıza müdahil olmaya başladığı anda ondan vazgeçmenin zamanı gelmiştir” der. (Tanrının Ölümü ve Kültür, sf.15. Yordam Kitap) Bu sözleri Türkiye’nin gerçeklerine uyarlayalım; ama bu kez şaka olmasın: Din gündelik yaşamımıza, ticarete, siyasete ve yargıya müdahil olmaya başladığı anda onun katı, dogmatik, şer’i hükümlerini, yorumlarını reddetmenin zamanı gelmiş demektir. Büyük çoğunluk da bunu yapıyor zaten. İşin gücün izin verdiği ölçüde namazını kılıyor, orucunu tutuyor, cumaları kaçırmamaya çabalıyor, bayram namazlarını ihmal etmiyor ama hali vakti yerinde olmadığı için kurban kesmekte zorlanıyor, hacca gitmek ise ancak çok küçük bir azınlığın ibadeti olarak kalıyor.

Dindar kesimin siyasetle ilişkisi partizanca bir ilişki değildir. Bugüne kadar dindarların sağ partilere oy verdiği iddiası da bir “şehir efsanesi”dir. CHP kadroları bu kesimden geliyor, seçmeni de kabaca tanımlamaya çalıştığımız dindar kesimdendir. Tarikatlarda örgütlenmiş köktendinci kesimin adresi ise kuşkusuz her zaman sağ partiler oldu. Sağ partiler seçmen kitlesini tarikatlarla işbirliği yaparak, devleti bürokrasiyi tarikatlara açarak stabilize etmeye çalıştı. Başardığı söylenebilir. Sosyal demokrat partilerin laiklikten söz etmeyerek bu fanatik kesimleri kazanması mümkün değildir. Tam tersine köktendincilerle mücadele fanatiklerin, “tebliğcilerin” tacizi altında kalan dindar kesimlerin desteğini her gün biraz daha fazla kazanmaktadır.

DEĞİŞEN DEVLETTE LAİKLİK

Giderek marjinalleşen, iktidarı ilk seçimlerde yitireceği söylenen sağ blokun iktidarı bırakmamak için başvurduğu yöntemlerde öncelikli olan, Anayasa ve yasaları ihlal ederek kendi hukukunu yarattığına ve geleceğin bu hukukla biçimleneceğine yurttaşları ikna etmektir. Kısaca “ne yapsanız boşuna, kendinizi yormayın” diyorlar. Bu fiili durumun seçim ve siyasi partiler yasalarında yapılacak değişikliklerle pekiştirilmek istendiği de anlaşılıyor. Sağ iktidar bloku Cumhurbaşkanı yetkileriyle ve parlamentodaki çoğunlukla bu değişiklikleri yapabilir. Amaçlarının bir kısmını daha şimdiden gerçekleştirmiş olan iktidar bloku, devamını getirmek için acele ediyor. Buna karşı muhalefetin laikliği savunma konusundaki isteksizliği tehlikeyi büyütüyor.

Türkiye’de laikliği kavramaya çalışırken en kolay yoldan “din devlet ilişkisi (ayrılığı)” olarak sınırlamak savunmasız insanı çıkmaz bir sokakta haydutların eline teslim etmeye benziyor. Sokak karanlıktır ve bu karanlıkta devletteki farklılaşma, Kurtuluş ve Kuruluş yıllarının devletinin geçirdiği değişim unutulmaktadır. O devlet artık yok. O nedenle de laikliği o kısa sürmüş dönemin kavramlarıyla yetinerek anlatmak doğru değil. Laiklik konusunda aydınlanmanın modernitenin sınıflı toplumların kadim kavramlarını anımsamakta yarar var. Laiklik akılla, aklın egemenliği ile ilgili bir meseledir. Burjuva devlet, modernite ile çağdaşlıkla kendini örgütlediğinde dinle olan ilişkisini de yeniden düzenleme gereksinimi duyar; bu nedenle egemen sınıfların devleti kendini “laik devlet” olarak tarif eder. Türkiye’de devleti, din devleti olarak yeniden kurmak isteyenler ise tarihin doğal gidişine aykırı bir rotayı dayatmak için çabalayanlardır. Başarabilirler mi? Zor ama evet, başarabilirler.

ÇAĞDAŞLIK İLE ŞERİAT ARASINDA

Zordur, çünkü yurttaşların kazanımlarını kolayca teslim etmeleri düşünülemez. Yurttaşlar, bu kelimeyi özellikle kullanıyorum, akılla da dinle de doğal bir ilişki kurmuşlardır ve bu ikilinin karşı karşıya getirilmesini pek mantıklı bulmazlar. Devletin bir din devleti olarak örgütlenmesi dinin gündelik yaşama giderek artan ölçülerde müdahale etmesi demektir; dindar olsun olmasın yurttaşların bu müdahaleyi kabul etmesi kolay değildir. Kolay değildir ama imkânsız mıdır? Egemen güçler kendi varlıklarıyla, ekonomik politik çıkarlarıyla bağlantılı olarak laiklikle pragmatik bir ilişki kurarlar. Egemenlik tehlikeye girdiği zaman ise ilk yapacakları iş gerici ideolojinin yardımına başvurmaktır. Bu tehdide karşı solun demokratların siyasal mücadele alanında hızla harekete geçmesi ve laikliği kararlı bir şekilde savunması kazanımları korumak için çaba göstermesi şarttır. Egemen ideolojinin hareket kabiliyeti, toplumun her hücresine sızmış olması solun iyimser olmasını zorlaştırır ama siyasal mücadele ile durumun hızla değişebildiği de tarihsel bir gerçektir. Eagleton benzer bir durumu şöyle anlatıyor: “Gayet mütevazı ve yerel siyasal direniş hareketleri içinde yer alan insanlar, bu çatışmaların içsel dinamiği nedeniyle doğrudan doğruya devlet iktidarı ile karşı karşıya geldiklerinde siyasal bilinçlerinin kesin ve geri dönülmez bir biçimde değişmesi mümkündür.” Sol ideoloji, laikliğin akılla ilişkisini gerçekten iyi kurabiliyorsa, “ölüm tohumu eken inançlardan kurtuluşun pratik olarak gerçekleşmesini sağlayabilecek süreçleri aydınlatma konusunda yaptığı katkıdan dolayıdır.” (İdeoloji, sf.291. Yordam Kitap)

***

Diyanet İşleri Başkanı dinin ticarette, siyasette ve yargıda etkinliğini savundu. Biz ise ticaretin, siyasetin ve yargının bu ideolojik politik saldırıdan kurtarılması gerektiğini savunuyoruz. Ticaret yani bir bütün olarak ekonomi dinin kendisine müdahalesini “helal mal” ile geçiştirerek müstehzi bir boyun eğmeyle karşılar. Siyaset ise laiklik düşmanlığına karşı solun, var olmanın yollarını hızla bulması gereken alandır. İş işten geçtiğinde ülkenin tarihinde uzun kara bir dönem başlayabilir; ama önünde sonunda karanlıktan çıkıldığında kayıpların ne kadar büyük olduğunu görmek kadar acı bir şey olamaz…