12 Eylül’den bu yana ülkenin her yerinde tarikatlaşma siyaseten teşvik ve finanse ediliyor. Toplumun en küçük çekirdeğine kadar sızdırılıyor.

Laiklik: Çarkla çomağın mücadelesi
Diyanet İşleri Başkanı Erbaş zaman zaman söylemleriyle cemaatleri destekliyor. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Yusuf Tuna Koç

Timur Soykan’ın BirGün gazetesinde ortaya çıkardığı, İsmailağa Tarikatı'na bağlı Hiranur vakfı etrafında yıllarca süren çocuk istismarı, günlerdir ülkenin gündeminde. Bu meselenin doğrudan failleri hakkında, 24 yaşındaki H.K.G.’nin verdiği mücadele, BirGün’ün cesareti ve kamuoyu baskısı sayesinde soruşturma başlatıldı, tutuklamalar yapıldı. Gündemde tutulabilmesi, toplumun tüm kesimleri tarafından bu meseleye sahip çıkılabilmesinden, ortak öfkenin boyutundan kaynaklandı. Bu öfke ne herkes için denk ne de kapsamlı. Fakat en basit haksızlığa dahi sosyal medya ve diğer iletişim kanallarında verilebilecek büyük tepkilerle sonuç alınabilen bir atmosfer, tüm olumsuzluğu ve eksikliklerine rağmen hepimize önemli bir hatırlatma yapıyor: Birimizin kaderi, hepimizin ellerinde. Çünkü hiçbirimizin sorunu şahsi değil.


Çocuk istismarı, yoksul ve tarikat pençesindeki çocukların eğitimden koparılması, denetimi imkansız bir karanlığın içerisine hapsedilmeleri. Tüm bunlar, bu ülkede 4+4+4 sistemi sonrası sistematik olarak yükselişe geçen ve tüm boyutlarıyla siyaset alanı içerisinde olan sorunlar. İktidarın bu ülkenin milyonlarca çocuğuna, gencine kul, gelin, mürit ya da ucuz işçi olmaktan başka bir seçenek sunmamasının sonuçları. Bunun yanında toplumda tarikat yapılarına göz yummanın, göz yummaktan öte teşvik etmenin, kamu yurtlarını peşkeş çekmenin, vakıflara paylaştırılan rantın, devlet içerisinde önü açılan kadrolaşmaların sonucu. Menderes’ten beri Türk sağının, 80 Darbesi sonrası devrimciler dışında siyasetin tüm aktörlerinin bu yapıların bu toplumun normali gibi davranmasının, şeyh cenazelerinin peşine siyasi parti liderlerinin sıralanmasının sonucu.

Üstelik, tarikatlar da eğitim politikaları da bu karanlığın tahkiminin en etkili aygıtlarından olsa da yalnızca birkaçı. Bugün, Eskişehir’de 6 yaşında bir çocuk yetersiz beslenmeden ötürü yaşamını yitirdi. Artık açlığın, yoksulluğun ya da gericiliğin bir yurttaşın yaşamını kalıcı olarak yıkma yaşı 6. Bilmediğimiz, duyurulamamış benzeri binlerce, yüz binlerce olaya göre belki daha erken. 6 yaşında bir çocuğun tüm geleceğini denetimi ve sömürüsünün garanti altına alan bir bataklığın içerisindeyiz. Kesin olan ise yaşananların hiçbiri hiçbir boyutuyla şahsi bir canavarlığa, cehalete, ihmale indirgenemez. Çocuklarımız yoksulluğun, tarikatların, tamamen piyasanın kontrolündeki gündelik hayatın pençesinde büyüyor. 6 yaşında tarikatla karşılaşmayan, 18 yaşında yurduna mecbur kalıyor, 6 yaşında yetersiz beslenmeden yaşamını yitirmeyen, 24 yaşında işsizlikten intihar edebiliyor. Kurulan sömürü ve baskı aygıtları, emekçi halkın çocuklarının kanından beslenebilmek için sırada bekliyor.

12 Eylül’den bu yana ülkenin her yerinde tarikatlaşma siyaseten teşvik ve finanse ediliyor. Toplumun en küçük çekirdeğine kadar sızdırılıyor. Bu yapılar bir gün eğitim sisteminin el verdiği, denetlemediği kurslarıyla çocuklara göz dikiyor, öbür gün kamunun peşkeş çektiği yurtlarında barınma hakkı gasp edilmiş gençlerin hayatını mahvediyor, diğer hafta en ağır şartlarda sömürülen işçinin öfkesini sindiriyor. Devletin atama listeleri şeyhlerin elinde geziyor, işsizlikle boğuşan milyonları, aileleriyle beraber bu yapılara mahkum ediyor. Aslında, siyasetin yukarıdan aşağıya yapısal düzenlemelerle sağladığı neoliberal düzenin, boşluk bırakmaksızın toplumun her noktasına işlemesini, bir tahkimini sağlıyor. İktidarın erişemediği mahalleye, bakanlığın girmediği, görmediği sokağa sokuluyor. Bu düzenin en vahşi uygulamalarını norm haline getiriyor.

İşte bu yüzden de bu yapının ideolojisi, tarikatıyla cemaatiyle bir bütün olarak siyasal islam da bu ülkenin bir rengi değil, ölüm kalım meselesidir. Halkı bilinçli bir bütün, toplum olmaktan çıkaran, kendi yasasızlığını yasa yapan, parası nüfuzu olanın gözünü diktiği herkesi, her şeyi kurban edebilen, hayatta kalmak için sürekli kriz üreten, yaşamı tüketen bir ideoloji. Birimizin masasındaki eksik lokma, diğerinin hayatını karartan zulüm, öbürümüzün sokakta hissettiği tedirginlik. Bu karanlığın hayatımızın hiçbir noktasında eksik olmayışı, bu düzen için ekmek su kadar hayati oluşundan.
Çünkü bu ülke insanının açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, tarikatlarla baş başa bırakılması egemenler için bir tercih değil mecburiyettir. Milyonlarca yurttaşın en ufak güvencesine, refahına göz diken, kanını emerek hayatta kalan bir sistemin normalidir. Bu yüzden de en ufak tavizde bulunmamak için yapabileceklerine bir sınır çizmek nafiledir. Laiklik, bugün eşitlik kadar tehlikelidir. Çünkü sınırsız sömürünün, neoliberalizmin devletli ve sivil aygıtlarına tabii edilmenin önündeki en önemli engellerden biridir. Siyasal İslam’ın, tarikatların; teker teker değil topluca yalnızlaştırma, sömürüyü hayatın her alanına yayma araçsallığına karşı en önemli savunmalarımızdan biridir.

Avrupa sıralamasında en az kamu harcaması yapan ülkenin, en fazla bütçeyi Diyanet'e ayırmasının sebebi de budur. Çünkü siyasal İslam’ın tahayyülünde kamu değil cemaat vardır. Bugün Diyanet yalnızca tarikatların, cemaatlerin, kulluk düzeninin ülkenin tamamına hakim olmasını finanse etmekten başka bir amaca sahip değildir. Devlet dairesinden merdiven altındaki kuran kursuna, sömürü ve gericilik çarkına her yaştan, her yerden yurttaşın tabi edilmesi projesini yürütmektedir.

Bu yapının bütünüyle kalıcılaşması ya da yıkımının başlaması arasında bir yol ayrımına yaklaşıyoruz. “Ülkenin en kritik süreçlerinden biri” diye başlayan cümlelerin hepsinin vurguladığı ‘en’ bugün çocuklarımızın çocuk kalma yaşının belirlenebilme mücadelesidir. Semtimize, sokağımıza, kapımıza kadar gelen bu karanlığı hizaya sokma değil, defetme meselesidir. Milyonlarca emekçinin hayatını öğüttükleri çarka karşı çomağın son gayretidir.

Nitekim dün ortaya çıkan skandal, bugün yapılan yargı darbesinden bağımsız değil. İşlenilen hiçbir suç şahsi değil, şahsa dair de değil. Bu ülkeye, bu topluma karşı bu denli suçlu olan devasa bir örgütlü yapının, önünde gerçek bir engel bulmadıkça ezmeyeceği yasa, normal, kutsalın olmadığının ifadesi. Bu bataklığı kuranlar, onu kurutmamak için de ellerinden geleni yapacaklar. Karşılarında gerçek bir toplumsal muhalefet bulmadıkları sürece.
Hiçbirimizin sorunu şahsi değil, ancak yaşadığımız şartlarda, birçok kereler yalnız yürüyoruz, kimi zaman bu yüzden duruyoruz. 6 yaşından bu yana 18 yılını bu karanlık çemberinin içerisinde geçiren H.K.G.’nin bugün yaşadığı cehennemin sorumlularını tutuklatabilmesi, elbette en çok da tek başına yıllarca sürdürdüğü mücadelesinin sonucu. Bu yalnızlığın sebebi ise topluma, zamanın ruhuna atfedilerek içinden çıkılabilecek kadar soyut değil. 6 yaşında bir çocuğa bu cehennemi yaşatan, onu kendi sesini toplumla buluşturana kadar yıllarca yalnız bırakan şeyin kendisi bu düzendir. İnsanlarımızı tarikatlarla, şeyhlerle, patronlarla, istismarcılarla baş başa bırakan devlettir. Başıboş bırakmanın ötesinde, bunu yasasıyla, affıyla, düzenlemesiyle teşvik eden iktidardır.

Nasıl H.K.G. tek değil, bu cehennemin yaşatıldığı binlerce yurttaştan biriyse, bunun sorumluları da yalnızca bugün tutuklanan, iddianamelerde ismi geçenler değildir. Geçmişten beri bulduğu her yarıkta kendisine sunulanı değil hak ettiğini isteyen emekçi halkı sindirmek, yalnızlaştırmak için bir darbeyle başlayıp yıllara yayılmış siyasetin getirdiği tüm politikalar ve yapılardır. Bu yüzden, mücadele birimizin değil hepimizin hakkı olduğu için çözüm dava değil yasadır. Tarikatların, cemaatlerin kapatılmasıdır. Bu karanlığın en büyük dayanağı olan iktidarın gönderilmesidir. Tüm bunları başarabilecek olan da ancak örgütlü bir bütün olarak toplumsal muhalefettir. Her şahıs, tek başına çelişkileri ve tavizleriyle siyasaldır. Örgütsüz, yalnızlaştırılmış bir toplumu ortaklaştıran, yaşadığı düzene verdiği tavizleridir. Örgütlü bir muhalefet ise tavizleri değil ortak çelişkileri üzerinden bir araya geldiği için ‘ödünsüz’ yegane siyasi aktördür.