Uzun zamandır Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaktan çıktığını, anayasada yazılı olmasının bu gerçeği değiştirmediğini söylüyoruz. Ancak bu tespit yalnızca hukuk devleti ilkesi için geçerli değil, laiklik söz konusu olduğunda da benzer bir durumla karşı karşıyayız. İstanbul Sözleşmesi’nden ansızın çıkmak da yeni anayasa tartışması başlatmak da bu gerçeğin birer yansıması.

Geçtiğimiz hafta Ayasofya İmamı Boynukalın istifa etti. Bu istifa, iktidarın onun sözlerinden rahatsız olduğu iddiasıyla açıklandı. Nitekim Boynukalın, AKP’li Zengin ile polemiğe girmiş ve partinin Grup Başkanvekili Turan tarafından “nazikçe” uyarılmıştı. Ayasofya eski imamı, göreve geldiği günden itibaren yılların siyasetçisi gibi politik gündeme ilişkin demeç üstüne demeç verdi. Bu özgüven, büyük ölçüde Ayasofya’nın yeni statüsü ve kendisinin bu makama layık görülmesinden kaynaklanıyordu. Kâh Kuran’ın aileyi yönetme hakkını erkeğe verdiğini söyledi kâh faiz tartışmalarına girdi. İktidar yeni anayasa hamlesini hayata geçirmek isterken “anayasada İslam olsun” diyerek zihinlerdeki planı açık etti. Bir başka ifadeyle iktidarın sonda söyleyeceğini başta söyleyiverdi.


Boynukalın’ın istifa ettirilmesinin iktidarla fikir ayrılığından kaynaklanmadığı aşikâr. Huzursuzluğun nedenlerinden biri eski baş imamın tabiri caizse iktidardan rol çalması; Diyanet İşleri Başkanı’nı gölgede bırakarak kendini doğrudan fetva makamı haline getirmesi. Hatta anayasa tartışmasındaki konumuyla pişmiş aşa su katarak geniş kesimlerin iktidarın stratejisine ilişkin soru sormasına neden olması. Bunlar olmasaydı şayet, Boynukalın şimdilerde görevine devam ediyordu.

Ayasofya eski imamı, içi boşaltılmış laikliğin tamamen tasfiye edilmesine dair nabız yoklayan tek kişi değil. Geçenlerde Hüda-Par Genel Başkanı Anayasa'nın ilk dört maddesinin değiştirilebileceğini söyledi. Açıkça dile getirmese de asıl değiştirilmesini istediği laiklik maddesiydi. AKP Milletvekili Çamlı ise Anayasa'dan “devletin dini İslam’dır” ifadesinin çıkarılmasının 93. yıldönümünde kerameti kendinden menkul bir mesaj yayınlayarak “laiklik hiçbir ön kabul olmaksızın masaya yatırılmalıdır” deyiverdi. Kısa açıklamada İslamcıların laiklikle kavgasına ilişkin tüm kilit sözcükler peşi sıra sayılmıştı. Metni okuyan birinde 1990’ların ortasında militan bir İslamcı tarafından yazılmış olduğu izlenimi veren bu açıklama, yayınlayanın “kendine has” özellikleri nedeniyle İslamcı yazarlar dışında çok ciddiye alınmadı. Ancak laikliği “gavurluğu dayatan” bir uygulama olarak ele alan bu ifadeler, Boynukalın, Hüda-Par Başkanı ve benzerlerinin açıklamalarıyla bir bütünlük oluşturuyor. Ve bir kez daha ortaya çıkıyor ki yeni anayasa çıkışının temel motivasyonu laikliği tümden yok edilme arzusu.

Laiklik üzerine iktidar cephesinden gelen saldırılar “gündem değiştirme” çabası falan değil, bilâkis gündemin ta kendisi. Bu saldırının bir tarafında 177 bin işçinin bir yılda “ahlaksız” damgası yemesini içine sindirme hali, diğer yanında ise pandemi gerekçesiyle İslamcı bir yaşam tarzını kitlelere dayatma rahatlığı var. Çünkü laiklik en çok emekçilere, alın teriyle ekmeğini taştan çıkaranlara lazım. Ancak Meclis’teki muhalefetin bu tablonun bütününü görebildiğini söylemek imkânsız. İslamcılığın hayatın her alanını kuşatan politikalarına karşı etkin bir politika üretmek yerine “ilk seçimde gidecekler” söylemiyle sandığı bekliyorlar. Barışçıl ama direngen bir siyasi strateji belirlemek yerine tekil gündemlerin peşine takılıp gidiyorlar. Hal böyle olunca da iktidar hem Meclis muhalefeti hem de toplumsal muhalefet üzerindeki baskısını arttırmaya devam ediyor.

128 milyar doların hesabını sormak önemli, aşı nerede diye sormak önemli, Kanal İstanbul etrafında kimler mülk almış diye sormak önemli ama yetmez. Bütün bu sorular ve daha fazlası toplumu saran bir değişim talebini yükseltmenin ancak vasıtaları olduğunda anlamlı. Tıpkı sokağın nabzını tutmak, esnaf ziyaret etmek, grup konuşmalarında yakıcı sorunların muhataplarına mikron uzatmak gibi. Asıl marifet parçalanmış bir toplumdan kurucu bir demokratik irade çıkarabilmek.

Türkiye’nin dinleyen, dinlediğini örgütleme becerisini gösterebilen, muhataplarla bulunan çözümleri siyasi bir programa dönüştürebilen bir siyasete ihtiyacı var. Böyle bir siyaset kendiliğinden ortaya çıkmaz, ancak dinamik bir toplumsal muhalefet ile ilişki kurulabildiğinde bu imkan doğar. O nedenle Boğaziçi öğrencilerinden Kod-29 mağdurlarına, EYT’lilerden İstanbul Sözleşmesi savunucularına geniş bir alan birbirleriyle irtibatlandırılabilmelidir. Bu büyük dalga konuşunca yalnızca iktidar kalemşorları değil kayyımlar, rant çeteleri, baş imamalar ve daha nicesi susmanın bir erdem olduğunu aniden keşfeder.