Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 1932’de, ilahiyat fakültelerinin ve imam hatiplerin kapatılmasının yanlış, olduğunu söylemiş ve eklemiş: “Türkiye'de din adamı yetiştiren okul yok, ne oluyor o zaman, işte bu adamlar çıkıyor. Cemaatler, bilmem neler, onların yetiştirdiği adamlar çıkıyor. Aydın din adamı diyorsunuz. Yok. Sıkıntı var. Bırakıyorsunuz o alanı. Alanı niye bırakıyorsunuz?"

Yanlış olan, devletin din eğitimini ve okullarını kaldırması değil, aksine İlker Başbuğ’un, devlet eliyle tahakküm kurarak ‘aydın din’ yaratmak için dinci eğitimi devletleştirme önermesidir. Bu yaklaşımın kendisi Türkiye’yi dinci ve gerici kuşatmanın kucağına bırakmıştır. Devlet ve sermaye dinciliği mezhepçi rejimin temel taşları olmuştur.

Başbuğ’un önerisi zaten 1948’den itibaren yaşanıyor. Sonuç: ‘aydın din’ yaratmak için 88 İlahiyat fakültesi açıldı. 2 bin 236 imam hatip okullarında toplam 989 bin 416 öğrenci var.

25 bini devlete, 30 bini İslamcı cemaatlere ait olmak üzere toplam 55 bin civarında Kuran kursunda 2 milyonu aşkın çocuk dindar nesil olarak yetiştiriliyor.

155 bin memur imam, 90 bin camide ‘aydın cemaat’ için vaaz verip, devletin ‘aydın hutbesi’ okuyarak dünyamızı karartıyor !

TRT’nin tüm kanalları ‘aydın din’ için uhrevi karanlık yayını yapıyor!

‘Aydın din’ dayatması aslında siyaset ve ekonomi alanında, egemenleri krizden kurtaracak uhrevi can simidine dönüştürüldü.

Cemaat şeyhinin din eğitimi ile milli eğitimin, din eğitimi arasında içerik farkı kalmamıştır.

12 Eylül Darbesi, ülkeyi karanlığın içine sokarken, ‘aydın din’ talebi ile Türk İslam Sentezi, devletin resmi ideolojisine dönüştürüldü. AKP ise bu ideolojiyi mezhepçi bir rejimle kurumsallaştırdı.

Devlet eliyle dine alan yaratmak isteyenler, dinci gericilikle karşılıklı menfaat ilişkisiyle alışveriş içindedir. Bu istismarcı alışverişlerin sonucu, aydınlık yerine, gericiliğin kuşattığı Türkiye’dir!

Din, devlet alanında değil, özel alanda olmalı

Din, ait olduğu vicdan yerine, devlet, siyaset, hukuk ve ekonomi alanına taşındığı için, devletleştirilmiş cami siyaseti ideolojik, teolojik ve sembolleriyle tüm yaşam alanlarını kuşatıyor. Kışla ve cami ittifakı TBMM’nin ve toplumun gündemini belirliyor.

İnancı ve vicdanı devletçe gasp edilmiş dindar ise, bu vicdan köleleştirilmesine itiraz etmek yerine, vicdanını egemenlerin sömürücü düzenine teslim ediyor. Devletin milyarlarca dolarlık din bütçesinden nemalanmayı tercih ederek, inanç özgürlüğünü kendi elleriyle saraylara ediyorlar.

Oysa laiklik, devlet, sermaye ve siyaset eliyle köleleştirilen vicdanı özgürleştiriyor.

Türkiye gericilik kuşatması altındadır

Devlet dini hepimizi tektipleştirme ve gericilik üzerinden kuşatıyor. Bu artık bir sır değil. Laiklik toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, eşitleyen ve bir arada barış içinde yaşamasını sağlayan zemin olduğu için gerici kuşatmaya karşı barikattır. Laiklik mücadelesi çok farklı kesimlerin ortak talep zemini olduğu için, laiklik ortaklaşabilme zemin olarak, birleşik mücadele imkanı sunuyor. Bu mücadele aynı zamanda laikliği itibarsızlaştıran ve değersizleştiren ‘dine karşı din’ ya da ‘dine karşı laiklik’ siyasetinin yanlış zeminler olduğunu da gösterir.

Geçmişte laikleşme sürecine ideolojik fren yapanlar, bugün dinci gericiliğin gazı haline dönüşmesindeki radikal eksen kayışı gözden kaçmıyor.

Dün ‘Yetmez Ama Evet’, bugün kızıl elmacılar

Dinci gericilik karşısında laiklik için frene, gericilik için gaza basanlar, laiklik talebini “ulusalcılıkla” itibarsızlaştırmaya çalıştı. Dün AKP’nin mezhepçi rejim inşasının koltuk değnekliğini ‘Yetmez Ama Evet’ üstlenirken, bugün ‘Ulusalcı, Milliyetçi Kızıl Elma Koalisyonun’u üstleniyor.

Dün ‘komünizme tehlikesine karşı’ dinci gericiliği silah olarak kullanan burjuva siyaseti ve sermaye, bugünde laikliğe karşı dinci gericiliği devletleştirmektedir. Bu süreç okumasından bihaber olan ‘Yetmez Ama Evet’ ile ‘Kızıl Elmacı Koalisyon’ dinci gericiliğin devletleşme sürecinde AKP’yi dopinglerken pişti oluyorlar.

Unutmayalım ki, sermaye ve burjuva siyaseti dini her zaman kullanır.

Fakat dini kullanmanın ters etkiler ve sonuçlar doğuracağının da tanığız. Burjuva siyaseti içinde güç biriktiren dinci gericilik, artık burjuva siyasetinin, neoliberalizm rehberliğinde İslamcı sermayesi ile rejimi kurmaktadır.

Gerici kuşatmanın mağdurları ve karşısında duran muhalefet dinamikleri, halka yabancılaşmasının nedenlerini tartışırken, sol ve laik kesimin toplumsallaşamama nedenlerini, dine ya da İslam’a olan mesafesinde değil, toplumsal sorunların çözüm politikalarını inşa ederken, laiklik mücadelesine koyduğu mesafede aramalıdır.

Yani topluma yabancılaşmasının nedeni, dinle olan mesafesi değil, sınıfsal niteliği göz ardı edilen laikliktir. Çünkü laiklik mücadelesi, dinci gericiliğin kuşattığı ve nüfus ettiği emek, kültürel kimlikler, sol siyaset ve sosyal sorunlar dünyasında hepimizi ortak saldırılara maruz bırakıyor.

Birçok yol olabilir, ama hepimizi ortaklaştıran zemin laiklik mücadelesidir.

Demokratik ve çoğulcu bir cumhuriyet ancak laiklik ve demokrasi ile ayakta kalır. Laiklik yoksa demokrasi ve demokratik cumhuriyet yoktur.

Laiklik yoksa, eşit haklar, eşit yurttaşlık da yoktur.