Afganistan’da yaşanan son gelişmelerden sonra laikliğin bir ülke için önemi yeniden tartışılmaya başlandı. Bu tartışmaya ziyadesiyle geç kalındığını söylemek zorundayız. Özellikle kimi çevrelerde laikliğin küçümsenen bir “yaşam tarzı” ekseninde ele alındığı, sınıf mücadelesi içerisinde konunun “küçük burjuva” talebi gibi değerlendirildiği bir gerçek. Laikliğin gelişi itibariyle de “tepeden geldi, zembille indi” gibi tanımlarla ifade edilmesi de tartışmaların bir eksenini oluşturdu.

Bu lafları ne zaman duysam Sait Faik’in o meşhur Hişt Hişt öyküsündeki “Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena” cümlesi aklıma gelir. Taliban sonrası “fena”nın ne olduğunu hâlâ görmeyen var mı bilmem ama konumuz bu değil. Cumhuriyet devrimi sürecinde kurucu kadroların bağımsızlık, laiklik, modernleşme eksenindeki kimi çabalarının içeriden ve dışarıdan müdahalelerle eğilip büküldüğü; toprak ağaları ve yeni gelişen sermaye sınıfının kimi unsurlarının, çıkarları doğrultusunda ülkenin ekonomik bağımsızlığını aşındırdığı, bunları yaparken de toplumsal taban bulmak için dini kullandığı biliniyor. Karşı devrim güçleri özellikle 1950’lerden sonra kimi zaman darbelerle, kimi zaman aşağıdan tarikatlarla, kimi zaman kanlı pazarda kullandıkları unsurlarla ittifak içerisinde laikliği ortadan kaldıracak hamleleri yaptılar. Bu girişimlerin son darbesini de bir tarikat-cemaat koalisyonu olan AKP vurdu.


Bugün Türkiye laik mi dediğinizde, anayasada geçiyor olması, toplum yaşamında bir yere kadar içselleşmiş olması, din kurallarının (hangi yoruma göre olduğu belli olmayan) tamamen egemen olmaması dışında, bu soruya “evet” demek mümkün değil. Bir dinin bir mezhebinin bir yorumuna göre kimi kurallar verilen “hukuki” cezalara yansıyor, yasaklara kaynaklık ediyor, eğitim müfredatına giriyor, siyasette de baskın söylem haline geliyor.

O zaman varacağımız nokta, laikliğin devrimci bir iradeyle yeniden kazanılmasıdır. Bunu söylediğimizde “Aman canım laiklik mi kaldı zaten, bırakalım bu konuları” gibi bir düşünce akla gelmesin. En tehlikeli görüşlerden biri de budur ki pasif bir düşüncedir. Kırıntısı bile kalsa korumamız gereken değerler vardır; ancak korurken de perspektif yeniden kurmak, kazanmak olmalıdır düşüncesindeyim.

Bugün gençlerin siyasete ilgisinin olmadığına, ülkeden umudunu kestiklerine dair söylemler doğru… Bir edebiyatçı olarak ülkenin pek çok yerine gidiyorum, bu gerçekliği ben de görüyorum. Ancak gençlerin muhalefette de gördüğü şey, var olanı biraz olsun korumak, “eskiye dönmek” görüntüsü. Heyecan yaratacak bir “yeni” ortada yok. Doğa, laiklik, cinsiyet eşitliği, adalet gibi konularda var olanın eleştirisi dışında kafalarda bir şey şekillenmiyor. Belki buraya biraz kafa yormak gerekiyor.

Laikliği kazanmak zorundayız. Bunu hem ülkemizin birliği hem emekçilerin çıkarları hem de gençlerimizin geleceği için yapmalıyız. Daha önce de belirttik; dinsel, mezhepsel söylemler sınıf mücadelesinin üstünü örtüp zengin patronla yoksul bir emekçiyi aynı “dini dava” uğruna birleştirir, işçi sınıfını böler. Dinsel söylemin siyasetin dışına çıkarılması, sınıf siyasetinin önünü açmak için kritik önemdedir. Üstelik dinsel baskı yalıda oturana, Dubai’de içene, filanca yerde kumar oynayana dokunmuyor. Anadolu’da mezhepçi baskılara uymak istemeyen köylülere, bir maaşla geçinen ama kitap okuyan, tiyatroya giden emekliye; hem çalışıp hem okuyan, kendini geliştirmek isteyen öğrenciye dokunuyor. Ayrıca tarikat-cemaat ilişkileri siyasi hedefler kadar, ekonomik rant ilişkilerini de beraberinde getiriyor. Yolsuzluğun üzerini örtüyor.

Bu vesileyle yıllar önce yazdığım bir yazıdan alıntıyla bitirmek isterim: “Laiklik, Gezi düşleri ile Ensar işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.”