Laikliğin Anayasa’dan kaldırılmasını talep etmek, toplumsal barışın temelini hepten dinamitlemekle eşdeğerdir

Laiklik neden önemli?

YAVUZ ÇOBANOĞLU*

İnsanın aklı ve iradesini tanrı(lar)dan geri alma mücadelesi, onun en kadim savaşlarından birisidir. Bedeli her dönem yüksek olan bu mücadele sonucunda insanlık (ya da en azından onun bir kısmı), zorunlu bir belirlenmişlik durumuyla insanlara hükmeden “mutlak irade” sahibi tanrı karşısında, meşru bir hak olarak kendi aklı ve iradesini, kişisel doğruları ve hayat görüşleri eşliğinde kullanabilme kazanımını elde etmiştir. Fakat vaktiyle Rönesans, Reform, Hümanizm ve Aydınlanma düşünceleri eşliğinde büyük bir eşiği geçen insanlığın, bu kazanımları sosyal hayatla da desteklemesi, yerleşik kılması gerekiyordu. İşte laiklik düşüncesi böylesi bir dünyevileşmenin sonucu olarak ortaya çıktı ve bugün biz bu duruma kısaca “insanın özgürleşmesi” diyoruz.

Öte yandan Türkiye’nin laiklikle macerası ise baştan itibaren hep sorunlarla birlikte anıldı. Öyle ki Cumhuriyet kadroları Osmanlı mirası köklü bir İslâmî gelenek karşısında tutunmanın biricik yolunu, dini alanı sekülarize etmede bulmuşlardı. Böylece dine, devrimleri destekleyecek biçimde, yeni bir işlev yüklemeyi uygun gördüler. Devlet sözde laikti; lakin din de tarikat ve cemaatlerin eline bırakılmayacak kadar önemli işlevlere sahipti. Çünkü dinin ihtiyaç olduğunda kitleyi yönetmede/yönlendirmede kullanışlı bir araca dönüşebileceğini, onlar da keşfetmişti. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması (1924), Kur’an dilinin Türkçe olması gayretleri bu “keşif” üzerinden gerçekleşen ilk icraatlardı.

Bununla birlikte Cumhuriyet Tarihi boyunca laiklik ve ona dair uygulamaların, İslâmî kesim tarafından sürekli eleştirildiği ve her daim “mağduriyet” aracı haline getirildiği de mevzunun bir başka boyutu olarak önümüzde duruyor. Zira burada laikliğin, demokrasi ile güvence altına alınmasından ziyade jakobenliğe teyellenmesinin, bu kesimin jakobenist uygulamaların ihalesini laikliğe çıkarmasıyla sonuçlandığı da söylenebilir. Zaten buradan devşirilenlerin birikimiyle ve bugün gelinen noktada laiklik, iktidardan güç alan İslâmî kesimler için “acilen ortadan kaldırılması gerekli” kavramların ilk sırasında bulunuyor. Bu sebeple birkaç hafta öncesinde Meclis Başkanı’nın “laiklik çıkışı”, kişisel bir hezeyandan ziyade, bir zihniyetin dışa vurumu, mevcut iktidarın işbaşına geldiği günden beri uyguladığı kamuoyunun tepkisini ölçmeye yönelik bir nabız yoklama, bir mizansen olarak da ele alınmalıdır.

Hâlbuki laikliğin Anayasa’dan kaldırılmasını talep etmek, zaten mevcut haliyle bile fazlasıyla sıkıntılı olan toplumsal barışın temelini hepten dinamitlemekle eşdeğerdir. Çünkü laiklik, öncelikle din, devlet ve kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen, ilhamını metafizik güçlerden değil insan aklından alan, demokratik hukuk devleti anlayışı çerçevesinde temel insan haklarının ve sosyal barışın güvencesidir. Bununla birlikte bugün dindarlık, her soruna karşı mucizevî bir kurtuluş reçetesi olarak sunulurken, laikliğin Anayasa metninden çıkarılması, “tanrının kelâmını” tekrardan yeryüzünde hâkim kılmak isteyenlerin hukuken de güçlenmesi anlamına gelecektir. Ve tam burada bizleri bekleyen kritik soru şudur: Tanrının kelâmının yeryüzünde hâkim kılınmasını istemeyenlere ne olacak? Bu sorunun yanıtı için bundan önceki yüzyıllarda neler olmuş onlara veya yakın çevremizde olan biten kıyımlara bakmak belki yeterli gelebilir.

Zira insanın tanrı ile ilişkisi “eşit” bir ilişki değildir; boyun eğişi, kabullenilmişlikleri, zorunlulukları içerir ve fazlasıyla hiyerarşiktir. Üstelik tanrı yeryüzünde olmadığı için, onun “hükmü” olduğu düşünülenleri daima (bu konuda merak uyandırıcı derecede istekli olan) aracılar (krallar, halifeler, din adamları vb.) yerine getirmeye çalışır. Dahası tarih sayfaları, bu aracıların kişisel, çıkar, hırs ve düşmanlıklarının insanlara yaşattığı acı hatıralarla da doludur. İşte bu yüzden, birilerinin din adına “6 yaşındaki küçük kız çocuklarıyla bile evlenilebileceğini” rahatlıkla söyleyememesi; çocukların tanrı ve cehennem korkusuyla yetişmemesi; bilimin ve eğitimin bir dine ve o dine ait bir mezhebin keyfiyetine bırakılmaması; cinsiyet ayrımcılığının meşru görülmemesi; dinî mecburiyetlerin insan ihtiyaçlarının önüne geçmemesi; hesap verilebilirliğin sadece bu dünyada gerçekleşmesi; insanların kadın bedeni ve cinselliği dışında bir ahlâk formu geliştirebilmeleri; tüm itaat biçimlerinin sorgulanması; iş cinayetlerinin “takdir-i ilâhi” olarak değerlendirilmemesi; insan vücudundaki tasarrufun, sadece kişinin kendine ait olması; tecavüz ve tacizlerin üzerinin kolayca örtülmemesi, bunların cezasız kalmaması; iman/takvanın değil insan niteliğinin ve liyakatinin önemli sayılması; kız çocuklarının eğitiminin engellenmemesi; bir takım kutsal/yüce çıkarların kamusal sorumlulukları ezip geçmemesi; eşitsizliğin bir değere dönüşmemesi; devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerin rasyonel kurallara tabi olması; hurafelerin bir bilgi biçimi haline gelmemesi; geleneksel otorite biçimlerinin temel eğitim aracı olarak görülmemesi; herkesin bireysel haklarının meşru olabilmesi; dinin bir imtiyaz nesnesi olmaması; yaşadığımız sorunların “dinsizlikten” değil de insanlık ve dünya meselelerinden kaynaklandığının düşünülmesi; giyim kuşamın bir ayrışma kriterine dönüşmemesi; saygının sadece inanç ve on ait mekânlara özel bir durumun adı haline gelmemesi; yöneticilerin türlü dokunulmazlıklar ve kutsallıklarla donatılmaması; inancın tek ölçüt, kişiliği tartan tek terazi olmaması; siyasetin metafizik söylemlerin işgalinden arındırılması; dinin, politik demagojinin aslî unsuru olmaktan çıkması; insanların inançtan başka değerlerinin de olduğunu keşfetmeleri; devletin hiçbir dinî oluşuma ayrıcalık tanımaması, sempati beslememesi; bilim ve sanatta özgürce düşünebilmek vb. adına laiklik, dün olduğundan daha fazlasıyla ve özellikle bugün, en önemli dayanak noktasıdır.

Üstelik aynı laiklik tartışmalarında söylemsel anlamda ayrım yaratabilmek için üretilen “özgürlükçü laiklik” kavramı da AKP başta olmak üzere İslâmcı kesimin kendi otoriterliğini gizlemeyi amaçladığı, bir manipülasyonun adıdır ve bu sebeple de fazlasıyla ideolojiktir. İslâmcıların iktidara geldiği günden beri sola ait bir takım kavramları yozlaştırma geleneğinin “son örneği” olarak da görülebilecek bu tavrın özü, özgürlükten sadece “inanç özgürlüğü”nü anlayan bu kesimin uydurma bir kavramın içerisini doldurarak bunu kendi söylem dağarcığında “kullanışlı” hâle getirebilme çabasıdır. Böylelikle bir yandan laikliğin çerçevelediği anlam dünyası lanetlenir ve bu yolla kavramın içi boşaltılırken diğer taraftan da “modern olma” eksiklenmesini de ruhsal olarak doyuracak “özgürlükçülük” gibi süslü bir kavram perdesi arkasında ülkeyi sadece sünnî İslâm’ın cennetine dönüştürme çalışmasının alt yapısı da hazırlanmaktadır.

Sonuç olarak, bugün durduğumuz noktada hem dinci fanatizme hem de etnik milliyetçiliğe karşı hukuk, barış ve özgürlüğün üstünlüğüyle birlikte laikliği savunmak da elzemdir. Burada laiklik, entelektüel bir arzu nesnesi değil, tüm olumsuzluklara rağmen insanca, özgür ve barış içinde yaşayabilmenin mihenk taşıdır. İvedilikle yapılması gereken, laikliği bir toplumsal değer olarak merkeze yerleştirip, düşüncenin ve bireysel seçimlerin özerkliğini korumaya almaktır. Bu değişimin yolunun politik iktidardan geçtiği düşüncesi moral bozucu olsa da mücadelenin kısa soluklu olduğunu sizlere kim söyledi?

*Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü