“Laiklik savunulmalıdır” önermesi kendini, “bir devlet biçimi olarak demokrasi” talebiyle sınırlamıyor, esas olarak ucu açık bir haklar ve özgürlükler talebine, komünist hipoteze bağlanıyor

“Laiklik savunulmalıdır” önermesi üzerine düşünceler

ERGİN YILDIZOĞLU
Araştırmacı - Yazar

Siyasal İslam’ın totaliter, kadın düşmanı toplumsal mühendislik projesine karşı geç de olsa laikliği savunmaya kararlı bir toplumsal hareketlenme başlamış gibi görünüyor.

Bu son derece önemli bir hareketlenmedir. Çünkü, dogmaya karşı bilimsel gelişmenin, haklar ve özgürlükler olarak demokrasi mücadelesinin, kapitalizmin ufkunun ötesine geçerek baskı ve sömürüden kurtulmuş bir toplum inşa etme projesi olarak sosyalist mücadelenin kaderi bu direnişin geleceğine bağlıdır.

Ne yazık ki, Türkiye’de bu mücadeleye ışık tutacak güçlü, toplumsallaşmayı başarmış bir “laiklik için mücadele” geleneği yok. Cumhuriyet'in, yukardan aşağıya doğru da olsa, laiklik deneyiminin önemini, getirdiği kazanımları yadsımıyorum. Ancak, dini “hakikat rejimiyle” ciddi, tutarlı bir ideolojik- kültürel mücadele yaşamak yerine, bir taraftan baskı ve yasaklamayı, diğer taraftan dini devlet için araçlaştırarak içermeyi tercih etmiş bir deney bu. Laiklikte ifadesini bulan özgür düşünce eğiliminin ilk örnekleri karşısında geri adım atmış bir gelenekten söz ettiğimizi de unutmuyorum.

Nereden başlamalı?

Peki “laiklik savunmalıdır” önermesi üzerinde düşünürken nereden başlamalı. Sanırım en başından, tarihsel olarak laiklik talebinin ortaya çıkma gerekçelerinden başlamalı. Kabaca şöyle özetleyebiliriz:

Laikliğin öyküsü, yeni yükselmeye başlayan kapitalist sınıfın, dinin, din bilgisini üreten ruhban sınıfının, otoritesinin meşruiyetini bu sınıfın ürettiği bilgiden alan feodal aristokrasinin iktidarının dayattığı sınırlamalara karşı, kendi çıkarları doğrultusunda özgürlük talep etmesiyle başlar. Bu yeni yükselen sınıfın yaşam pratiği, dini-feodal toplumun egemen pratikleriyle çelişiyor, giderek onları çözüyor ancak serbestçe gelişemiyordu. Bu sınıf için “liberté” (serbestlik) devlet ve kilise müdahalesiyle sınırlanmadan ticaret, üretim yapmak, üretimde verimliliği artırmak, bunun için gerekli teknolojiyi, bu teknolojiyi üretecek “bilimi” geliştirecek etkinlikleri, dini dogmaya takılmadan destekleyebilmek son derecede önemliydi.

Bunlarla ilişkili iki boyuta da işaret ederek bu kısmı bitirebiliriz: Birincisi: Yeni sınıfın yeni bireyinin, biyolojik ve kültürel olarak üretilmesinin (aile), yetiştirilmesinin (okul) gereksinimleri doğrultusunda bilginin üretiminin yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. İkincisi de “adalet” kavramının bu bireyin yaşam faaliyetine cevap verecek biçimde yeniden tanımlanmasına, giderek devletin biçiminin ruhban sınıfını ve aristokrasiyi dışlayacak, bu yeni sınıfın yaşam faaliyetini yeniden üretecek biçimde değişmesine ilişkindir.

Bu kaba başlangıçtan, laiklik talebinin, serbest düşünebilmek için dini dogmalardan kurtulmaya, düşüncelerini serbestçe ifade edebilmeye ilişkin pozitif bir talep olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Laiklik, insanların dini inançlarını, yaşamlarını kısıtlamaya değil bu inançları benimsemeyenlerin, benimseyip de tartışmak isteyenlerin, dinin şart koştuğu yaşam pratiklerine uyamayanların, uymak istemeyenlerin serbestliğine, düşüncelerini serbestçe söyleyebilme, geliştirebilme özgürlüğüne ilişkindir.

Laikliği savunmak, birilerini sınırlamaya yönelik negatif bir talep değil, birilerinin haklarını, özgürlüklerini geliştirmeye ilişkin pozitif bir mücadeledir.

Devlet-iktidar-laiklik

laiklik-savunulmalidir-onermesi-uzerine-dusunceler-191787-1.

“Laiklik savunulmalıdır” önermesinin devletle, iktidarla ilişkisi üzerinde de düşünmek gerekir. Yukarıda değindiğim yeni sınıf, burjuvazi, devleti ve toplumu kendi ekonomik, siyasi kültürel gereksinimlerine göre yeniden biçimlendirmeye başlarken; bir toplum, ulus ve devlet inşa ederken, daha ilk adımlarında, kendisiyle birlikte tarih sahnesine çıkmaya başlayan proletaryanın, burjuvazininkinden daha kapsamlı özgürlük talepleriyle karşılaştı. Burjuvazi, bu talepleri etkisizleştirebilmek, iktidarını koruyabilmek, daha da geniş anlamda toplumun nüfusunu yönetebilmek, eğitebilmek için (biyopolitik) hemen ruhban sınıfıyla, kimi anlarda aristokrasiyle işbirliği yapmaya geri döndü.

Fransa'da laiklik bir devlet politikası oldu; 1905 Dreyfus olayına kadar da Katoliklikle, antisemitizmle, genel olarak Avrupa’da hemen her zaman emperyalizmle barışık hatta, bunların hizmetinde yaşadı. Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik deneyimi de benzer izleri taşır. Laikliğin sınırlarını dinin eleştirisine, ifade özgürlüğüne doğru geliştirmek isteyenler hemen her zaman komünist olarak damgalanarak cezalandırıldı. Devlet dinden uzak durmak yerine onu düzenlemeyi, pratikte bir Sünni devleti olmayı seçti. Bir farkla ki, yükselmekte olan burjuva sınıfı ve onun ulus inşa eden entelektüelleri, Osmanlı'dan devraldıkları toplumun ruhban sınıfını iktidar koridorlarından uzaklaştırdılar ve her geri dönme atılımını cezalandırdılar.

Ruhban sınıfının mirasçılarının, siyasal İslam olarak yeniden şekillenerek iktidar koridorlarına geri dönmeye başlamasıyla Cumhuriyet'in, cılız da olsa, ne kadar varsa o kadar, laiklik kazanımları da hızla yıkılmaya başladı.

Bugün gündemde olan “laiklik savunulmalıdır” önermesi, sanırım bu arka plan üzerinde şekilleniyor. Bu önerme öncelikle devlete, devlet politikalarına değil, serbestçe düşünmeyi, buna olanak verecek bir eğitim sistemini, bu düşünceleri serbestçe ifade edebilmeyi, gerektiğinde dini hakikat rejimi eleştirebilmeyi de kapsayan özgürlük taleplerine ilişkindir. “Laiklik savunulmalıdır”, baskıcı değil özgürleştirici, serbestleştirici bir önerme olmalıdır.

Diğer taraftan, iktidar olma sürecinde, laikliğe bağlı gelişen özgürlüklerden sürekli taviz veren burjuva sınıfının, özgürleştirici bir ilke olarak laiklik talebinden vazgeçmiş olması, bugün Fransa’da negatif, baskılayıcı, dışlayıcı, hatta ırkçılığa taviz veren uygulamalara yönelmesi, bu talebin esas itibariyle bir burjuva devrimci talep olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Nitekim laikliğe yönelik kısıtlamalar ve saldırılar, Mısır’da, Tunus’ta, en önemlisi Türkiye’de, geçenlerde Murat Yetkin’in çok açık bir biçimde tanımladığı gibi burjuva sınıfının çıkarlarını da tehdit etmeye başlamıştır.

Murat Yetkin şöyle diyordu: “Ekonomiyle siyaseti birbirinden ayrı düşünmek imkânı yoktur... Ekonominin verimli üretmesi, gelirin halkın refahı cinsinden ifadesi ve adaletli dağılması ile ihtilaf halinde başvurulacak mahkemenin bağımsız ve tarafsız karar vereceğine güven benim için daha önemli. Ve bir de gazeteci olarak o ihtilafları özgürce yazmaya devam edebilmesi.”

Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi üzerine patlak veren tartışmalar bağlamında yazılan bu satırlarda, (1) siyasi iktidarın ekonomiye, piyasanın serbestçe işleyişine doğrudan, (burjuva sınıfının dışındaki bir kesimin keyfine göre) müdahalesine, (2) sermayenin verimli üretebilmesi için gerekli eğitim sisteminin, kurumların hızla aşınmakta olmasına, (3) gelirin halkın refahı cinsinden adaletli (ücret kâr-rant- piyasa ilişkileri kurallarınca) dağıtılamamasının (yolsuzlukların) sorunlarına, (4) bu koşullarda baş vurulacak mahkemelerin iktidardaki siyasi kadronun araçlarına dönüşmüş olmasına, (5) bu alanda ortaya çıkan sorunları bir gazeteci olarak ifade etmeye kalkanların başına gelenlere (ifade özgürlüğünün hızla daralan alanına) işaret ediliyor. Kısacası, Yetkin, bugün Türkiye’de kapitalist üretim tarzının ekonomik kültürel hatta biyopolitik gereksinimlerine aykırı gelişmelerin yaşanmakta olduğunu vurgulamış oluyor.

Bu bağlamda, “laiklik savunulmalıdır önermesi”, burjuva sınıfının taleplerini de içeriyor. Burada durmadığını, yeniden vurgulamama gerek yok. Belki de var: “Laiklik savunulmalıdır” önermesi kendini, “bir devlet biçimi olarak demokrasi” talebiyle sınırlamıyor, esas olarak ucu açık bir haklar ve özgürlükler talebine, komünist hipoteze bağlanıyor.

Son ama çok önemli bir nokta

Bu noktayı, daha az önemli olduğu için değil son derecede önemli olduğu, totaliter rejimlerin özellikle ilgi nesnesi olduğu için ayrıca vurgulamak amacıyla en sona bıraktım:

Laikliğe yönelik saldırı, yalnızca, eğitim sistemini yeniden yapılandırarak, özgür düşüncenin araçlarını yok etmeye, eleştirel entelektüelleri hapse atarak ifade özgürlüğünü kısıtlamaya çalışmakla kalmıyor. Laikliğe yönelik saldırı bedenlerin denetimi, zaman ve mekânı kullanımı, cinsel pratikleri, hakları ve özgürlükleri alanında özellikle, öncelikle kadını hedef alıyor. Bu saldırı doğası gereği LGBT bireyleri de kapsıyor.

Siyasal İslam, Afrika’dan Ortadoğu’ya, hatta Avrupa’ya kadar uzanan coğrafyada karşımıza “temel programatik bileşenleri iki cinsin, kadınla erkeğin arasındaki ilişkiyi hiyerarşik bir biçimde düzenlemek olan bir sosyo-politik akım olarak çıkıyor.” Bir tarafta Boko Haram kızların eğitimini tamamen yasaklıyor, diğer tarafta Mısır’da, Ürdün’de Müslüman Kardeşler meclise girer girmez, ilk iş olarak kadınlara ilişkin, kadın ve erkeği birbirinden ayırmaya yönelik kimi zaman komik, kimi zaman müstehcen içerikli yasalar önermeye başlıyorlar. Avrupa’da namus cinayetleri esas olarak Müslüman cemaat içinde yaşanıyor.

Bu akımın kadının toplum içindeki mekânsal konumu, beden estetiği, hijyeni, bedeni üzerindeki tasarrufu üzerine dayattıkları, toplum içinde konuşulabilenin, duyumsanabilenin simgesel ve mekânsal sınırlarını giderek daraltıyor. Bu daraltma süreci özellikle kadına yönelik şiddeti artırmakla kalmıyor, LGBT bireyleri de kapsıyor, haklarını arama olanaklarını da pratikte sınırlamaya, can güvenliklerin, tehdit etmeye devam ediyor.

Laiklik savunulurken, kadınlara yönelik baskıya, cinsel pratiklere ilişkin saldırılara, sınırlamalara karşı çıkmaya özellikle öncelik vermek gerekiyor.