“Ne diyor Diyanet İşleri Başkanı? İnanç ticarete, şuraya buraya da sirayet etsin diyor. Ama laiklik, sadece devletin dinden özgürleşmesi değil, aynı zamanda toplumsal alanın bütününün herhangi bir dini ideolojiyle düzenlenmemesi demektir.”

'Laiklik tuzu kuru orta sınıfların derdi değildir'

YASİN DURAK

Laiklik söyleşileri dizimizde bu hafta Sosyolog, Doç. Dr. Mustafa Kemal Coşkun ile konuyu işçi sınıfı ekseninde ele alan bir söyleşi gerçekleştirdik. İşçi sınıfı kültürü üzerine çalışmalarını yoğunlaştıran Coşkun, şu anda sürdürdüğü araştırma için bulunduğu sahadan sorularımızı yanıtladı. Laikliğin örgütlenme, işçi sınıfı hakları için önemli gören Coşkun, “Laiklik savunusunu ‘tuzu kuru orta sınıfların’ derdi olarak göstermeye çalışan iktidara itirazla laikliğin toplumun tüm alanlarında ve özellikle de işçi ve emekçi sınıflar açısından önemini ortaya koymak gerekiyor’ ifadelerini kullandı.

Laikliği devletin dinden özgürleşmesi olarak tanımlayan Coşkun, “İşçi sınıfı açısından laiklik, örgütlenme, hakları için mücadele etme anlamlarında vazgeçilemez bir özelliğe sahiptir. Şu anki iktidara yandaş olmuş sendikaların halini düşünmek bile yeterli aslında” dedi.

Sınıf, Kültür, Bilinç adlı çalışmanızda işçi sınıfı kültürünün milliyetçilik algısının orta sınıftan farklarına değinmiş ve işçi sınıfının gündelik hayattaki deneyiminin farklarının bu tür ideolojilerle buluşmasında etkili olduğunu yazmıştınız. Bu minvalde bugünlerde Diyanet İşleri ekseninde ayyuka çıkan dinci manipülasyonun işçi sınıfı üzerinde bir tesirinden bahsedilebilir mi? Ya da bu türden kaba propagandaların karşısında işçi sınıfı kültürünün bir direnci var mıdır?

Aslında benim gözlemlediğim ya da söylemeye çalıştığım şey şuydu. İşçi sınıfı elbette ki bu türden ideolojilerden etkileniyor ve bu çağrılara kulak kabartıyor. Bunlardan hiç etkilenmiyor diye bir şey elbette ki yok. Ancak bu, diyelim milliyetçilik örneğinde, işçi sınıfının Marksist anlamda orta sınıflardan farklı bir milliyetçilik kavrayışı geliştirmesini engellemiyor. Yani her sınıf, kendisine seslenilenin, söylenenin ya da söylemin mi diyelim, aynısını tamamen benimseyip aynı biçimde kavramıyor. Aslında hegemonyanın da bir sınırı var yani. Böyle olunca işçi sınıfının milliyetçiliği ile orta sınıfların milliyetçiliği tamamen farklı biçimlere bürünebiliyor. Milliyetçilik işte sonuçta, ne önemi var bunun ki diye düşünülebilir elbette. Ama en azından bu farkın nereden kaynaklandığı üzerinde düşünmek önemli bence. Benim görüşmelerimden, gözlemlediklerimden öğrendiklerim çerçevesinde bu farkın yaşam biçimlerinin ve gündelik hayat pratiklerinin farklılıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani aynı işyerinde yan yana çalışan, aynı sömürü koşullarını ve yoksulluğu deneyimleyen, aynı mahallede yan yana yaşayan insanlar, Raymond Willams’ın söylediği anlamda bir dayanışma kültürü geliştirebiliyor. Dikkat ederseniz geliştirebiliyor diyorum, mutlaka geliştirecek anlamına gelmiyor bu, ama en azından koşullar uygun. Diğer tarafta bu türden gündelik yaşam pratiklerini ortaklaşa paylaşmayan orta sınıflarda ise bireycilik kültürü gelişebiliyor. İşte şimdi, bu iki farklı kültürün milliyetçilik algısını ve buradan türeyen pratikleri etkileyeceğini ve farklılaştıracağını düşünebiliriz. Aynı farklılaşmayı belki diğer ideolojiler çerçevesinde de düşünebiliriz. Ancak bu ideolojinin geçmişten günümüze kadar kültürel alandaki yerinin ne olduğu da önemli elbette. Yani din söz konusu olduğunda milliyetçilik ile ilgili söylediklerimin aynısını söyleyemem sanırım. Zira milliyetçiliğin tarihi olsa olsa 250 yıl. Din ise çok daha köklü bir geçmişe, geleneğe ve kültüre sahip. Bu nedenle bu türden söylemler işçi sınıfını elbette belirli bir düzeyde etkileyecektir.

laiklik-tuzu-kuru-orta-siniflarin-derdi-degildir-923063-1.

Yine de bunun da kırılma noktaları var. Büyük yoksulluk, işsizlik, kriz dönemlerinde örneğin, bu dinci manipülasyon da işe yaramayabilir. Duayla karnın doymayacağını gündelik hayatında herkes iyi kötü deneyimliyor sonuçta. Yani ister milliyetçilikle ister dinle ister başka ideolojik unsurlarla olsun, hegemonya hiçbir zaman işçi sınıfını hâkim düzen içine tümüyle alamaz, çünkü bağımlı sınıf, kendi ortak kültürünü, kendi toplumsal ilişki biçimlerini, kendi özgün kurumlarını, değerlerini, yaşam biçimlerini de geliştirecektir. Yani bir kültürel hegemonyanın varlığı, işçilerin hiçbir itirazda bulunmadan bütünüyle itaat etmelerini sağlar demek doğru değildir. Bu ancak belli koşullar altında geçerli olabilir. Zira benim alanda gözlemlediğim kadarıyla işçiler, bu tür bir kültürel hegemonyanın farkında olduklarını ima edecek şeyler söyleyebiliyorlar. Çıkacaksa, tam da buradan bir direnç çıkabilir.

Bildiğim kadarıyla şu sıralar işçi mahallelerinde bir saha çalışması daha sürdürüyorsunuz. Elbette ki bulgularınızı peşinen aktarmanızı istememekle birlikte, bilhassa geçmişte AKP’nin hâkim olduğu alanlardaki gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz? Örneğin AKP’den göreli bir uzaklaşma sezdiniz mi?

Ankara Üniversitesi’nden birlikte ihraç edildiğimiz bir arkadaşımla beraber başlığını “Sınıfın Duyguları” olarak düşündüğümüz bir çalışma yürütüyoruz. Bu çalışmada sorduğumuz ve anlamaya çalıştığımız soru ve konulara ilişkin görüşmeler yapmak üzere birkaç gün önce Kocaeli’nde işçilerle görüşmeler yapmaya gittim, beş gün kaldım ve yeni döndüm. Görüşme yaptığım mahalle AKP’nin çok etkili olduğu bir yer ve bir işçi mahallesi. Şimdi duygulara ilişkin burada bir şey söylemeyeyim, onu kitaba saklayalım. Ama sorduğunuz soruya ilişkin epey bir gözlem yapma fırsatı buldum. Tam da dediğiniz gibi, göreli olarak bir uzaklaşma gözlenebiliyor, her seçimde AKP’ye oy vermiş işçilerde bile böyle yorumlanabilecek cümleler duyuyorsunuz. Belki de uzaklaşmadan çok işçilerin kafasının bayağı bir karışık olduğunu söylemek daha doğru olur. Bir taraftan işsizlik, güvencesiz çalışma, enformalleşme artıyor, bu salgında işçi ve emekçileri korumaya yönelik herhangi bir politikanın uygulanmamış olması da bunda epey bir etken. Yani görünen ve giderek artan bir çaresizlik var sanki. Ne yapacağını bilememe çaresizliği, dolayısıyla kafa karışıklığı dediğim şey bu işte. Fakat kafa karışıklığının nereye kanalize olacağını tam olarak bilemiyorum. Yani o konuda da benim kafam çok karışık.

Nitekim işçilere “sol” dediğimiz zaman akıllarına sadece CHP geliyor. CHP’nin de çok rağbet gördüğünü söyleyemem açıkçası, benim görüştüğüm işçiler arasında ve mahallede yaptığım gözlemler de bunu gösteriyor. Sosyalistlerin ise esamisi bile okunmuyor bu işçi mahallelerinde maalesef. Bununla ben salgın sırasında da karşılaşmıştım. Ankara’da bir grup sosyalist arkadaşla bir erzak dağıtma organizasyonu yaptık. Hala da devam ediyoruz. İşçi ve emekçilere erzak dağıtıyorduk, nereye gitsek, hangi mahalleye gitsek işçilerin sorduğu şey şuydu: Siz hangi cemaattensiniz? Aslında bizim amacımız işçilerin hayatına dokunmak, onlarla bu dayanışma aracılığıyla iletişim kurmaktı. Fakat gördük ki orada da sosyalistler yok. Dolayısıyla böyle bir kafa karışıklığı varken, AKP’den giderek uzaklaşma eğilimi ortadayken işçi ve emekçileri örgütlemenin, bu kafa karışıklığını belirli bir yöne doğru kanalize etmenin tam zamanı diye düşünüyorum.

Taliban rejiminin Afganistan’da hüküm sürmeye başlamasıyla ülkemizde de gündeme gelen laiklik mefhumunun sizce önemi nedir, işçi sınıfı açısından laikliğin yarattığı imkânlardan bahsedilebilir mi?

Çok yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam üniversite öğrencisiyken laiklik ile ilgili yapılmış bir çalışma okumuştum. Orada sunulan bir veri hâlâ aklımdan çıkmaz. Çalışma üniversite öğrencileri ile gerçekleştirilmiş bir alan araştırmasıydı. Verilere göre kendisini sosyalist olarak tanımlayan öğrencilerin önemli bir kısmı laikliği savunulması gereken bir ilke olarak görmüyordu. Daha çok kendisine sosyal demokrat diyen öğrencilerin savunduğu bir ilkeydi laiklik. Bunu okuyunca oldukça şaşırmıştım açıkçası. Bir sosyalist neden laikliği savunmaz ki? Belki o dönemin CHP’sinin laikliği savunurken gösterdiği anlamsız söylemler ve uygulamalar etkilidir bunda. Hani başörtüsü meselesinde olduğu gibi meseleyi sadece biçimsel yönüyle ele alan bir politika. Ya da Cumhuriyet kurulurken dönemin askeri bürokrasinin din ve laiklik politikaları bile etkili olabilir sosyalistlerin üzerinde. Yani Kemalizm eleştirisi yapmak üzerinden diyorum bunu. Diğer taraftan koskoca bir burjuva devrimini merkez-çevre dikotomisini temel alarak sadece din-laiklik çerçevesine sıkıştırıp tartışanlar bile var hâlâ bu ülkede. Ama sonuçta sosyalist din karşıtı değil din-dışı bir öznedir ve tam da bu nedenle laikliği sonuna kadar savunması gerekir.

Nedeni çok açık: Dar bir tanımla laikliği devletin dinden özgürleşmesi olarak düşünürsek, bunun bile belirli alanlarda insanlar açısından eşitliği gerektirdiği görülebilir. Yani işçi sınıfı açısından laiklik, örgütlenme, hakları için mücadele etme anlamlarında vazgeçilemez bir özelliğe sahiptir. Şu anki iktidara yandaş olmuş sendikaların halini düşünmek bile yeterli aslında.

Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanı’nın sesini neden daha fazla duyuyoruz? Ne demişti? “İnanç; ticarete, siyasete, yargıya yansımasın istiyorlar.” Neden bunu söylüyor? İnanç her yere sirayet etsin ki yarın bir gün grev yapmayı, örgütlenmeyi, günah sayabilelim diye yapıyor. Dolayısıyla işçi sınıfının, sendikaların, sosyalistlerin laikliği sonuna kadar savunması elzemdir elbette.

Son olarak işçi sınıfını hesaba katmaksızın geliştirilen soyut burjuva laiklik mevhumuna nispeten sosyalist laiklik anlayışının size göre nasıl ifade edilmesi gerekir?

Biraz önce laikliği dar anlamıyla devletin dinden özgürleşmesi olarak tanımlamıştım. Gerçekten de bu dar bir tanımdır ve aslında burjuva laiklik tanımına denk düşer. Yani liberalizmin temel sorunu, insanı soyut bir varlık gibi düşünmesinde yatıyor bence. Sosyalistler bu tanımla sınırlı kalamaz, nitekim bu tanımın toplumsal pratik boyutu eksik. Ne diyor Diyanet İşleri Başkanı? İnanç ticarete, şuraya buraya da sirayet etsin diyor. Ama laiklik, sadece devletin dinden özgürleşmesi değil, aynı zamanda toplumsal alanın bütününün herhangi bir dini ideolojiyle düzenlenmemesi demektir. Dolayısıyla sadece yargı gibi devlet kurumlarına değil, ticarete, üretim alanına, sivil topluma da sirayet etmemesi gerekir. Bu söylediğim şey din karşıtlığı demek değildir, dinin tamamen bireysel alanda kalması demektir. Sosyalist laiklik anlayışından ben bunu anlıyorum. Kaldı ki laiklik savunusunu “tuzu kuru orta sınıfların” derdi olarak göstermeye çalışan iktidara itirazla laikliğin toplumun tüm alanlarında ve özellikle de işçi ve emekçi sınıflar açısından önemini ortaya koymak gerekiyor.